Covid 19 aşılarının patentlerinin askıya alınmasına dair tartışmalar devam ediyor. Sağlık alanında yürütülen patent tartışmaları ise yeni değil. Geçmişi var. İnsanlığın genelini etkileyen her sağlık krizinde yeniden alevleniyor. Ardından da sönümleniyor. Çünkü köklü bir çözüme bağlanamıyor.
Bağlanamıyor çünkü patent demek özel mülkiyet demek ve bu kapitalist sistemin üzerinde yükseldiği temel. Böyle olunca da kapitalizmin sınırları içinde yürütülen patent tartışmaları, kısmi ödünlerin elde edilmesiyle sonuçlanıyor en fazla. Ki bu durumda ancak büyük insani krizlerin etkisiyle doğan büyük toplumsal baskıyla ve bu baskıyı savuşturma amacıyla oluyor. Böyle zamanlarda bile burjuvazi kasalarını yeteri kadar doldurduğuna ikna olmadan ödün vermeye, daha doğrusu veriyormuş gibi görünmeye dahi yanaşmıyor. Patent sorununu gerçek ve köklü bir çözüme bağlamanın tek yolu var bu yüzden. Özel mülkiyet sorununu çözmek; yani sermayeyi ortadan kaldırmak. Üretim toplumsal karakter kazandığına göre, bu üretimin sonucunu da toplumsallaştırmak yani toplumsal mülkiyet haline getirmek.
Patent sorununa dair en sert tartışmalardan biri 1990’lı yıllarda yaşandı. Bu dönemde AIDS tüm dünyada insanların hayatını tehdit ediyordu. Etkin ilaçlar bulunmuş olmasına rağmen, çok pahalı olmaları nedeniyle hastaların büyük çoğunluğu bu ilaçlara erişemiyordu. Bunun sonucu olarak başta Afrika ve Güney Amerika’da olmak üzere yeni sömürge ülkelerde geniş çaplı ölümler yaşandı. Toplumsal hayat alt üst oldu. Hatta emperyalist ülkelerdeki yoksulların da bu ilaçlara ulaşması mümkün olmuyordu.
Yaşanan durum insani felaket boyutlarına ulaşmış olmasına rağmen, ilaç firmaları ne ilaçların üretim bilgilerini genel kullanıma açmaya ne de elde ettikleri yüksek karlardan vazgeçmeye yanaştılar. Ancak üzerlerindeki toplumsal baskı iyice arttıktan ve bu arada kasalarını alabildiğine doldurduktan sonra, kademeli indirimi kabul ettiler. O da sadece AIDS tedavisinde kullanılan bazı ilaçlar için.
Bu çıkmazda insanların nefes almasında Küba ve Güney Afrika’nın büyük katkısı oldu. Küba tüm baskılara rağmen bu ilaçların jenerasyonunu geliştirmeyi başardı. Ve tüm insanlıkla paylaşacağını açıkladı. Öyle ki, emperyalist ülkelerin yoksul vatandaşları bile bu ilaçlara erişebilmek için Küba’ya yöneldiler. Güney Afrika ise, ülkesini ve tüm kıtayı esir almakla kalmayıp geleceğini de tehdit eden bu hastalık karşısında ilaç tekellerine boyun eğmeyi bıraktı sonunda. Ve patent haklarını tanımayarak, muadil ilaçları üreteceğini ve kullanacağını açıkladı.
Sermaye ancak tüm bu gelişmelerden sonra, ama özellikle de daha fazla direnirse ilaç ve sağlık alanında patent sisteminin çökeceğini ve bunun da özel mülkiyete dair daha kapsamlı bir tartışmanın önünü açacağını gördükten sonra patent politikalarından ödün vermeyi gündemine aldı. Daha doğrusu ödün veriyormuş gibi görünmeyi.
Küçük burjuva sosyalist hareket, sosyal demokrasi ve liberallerle yürüttükleri çalışmalar sonunda Dünya Sağlık Örgütü’nün “Fikri mülkiyet haklarının ticari baskısı” anlaşmasına bir ek yapılmasında anlaşmaya vardılar. Bu Doha Delegasyonu olarak bilinir ve hükümetlere, kamu sağlığını tehdit eden durumlarda patentleri askıya alma hakkı verir. Tabii bu hakkın bir listeyle sınırlandırılması da unutulmamıştır.
Böylece kapitalistler, AIDS vesilesiyle yükselen güçlü patent karşıtı hareketi çok sınırlı ve aslında “mış” gibi davranmanın ötesine geçmeyen bir adımla sönümlendirmiş olur. Özel mülkiyetin kutsallığını koruma karşılığında reforma razı olmuş gibi görünür. Elbette gerçek durumda hiçbir değişiklik olmuyordu aslında.
Küçük burjuva sosyalistlerin, sosyal demokratların halkın devrim hakkını satma karşılığında aldıkları ise, lafını bile etmeye değmeyecek bir ödün (kamu sağlığı tehdit altındaysa hükümetlerin bazı patentleri askıya alma yetkisi) oldu. Gerçi onlar bunu, dağları biz yarattık havasıyla sunsalar da, kapitalizmin sınırlandırılabileceğini ispatlayan büyük bir başarı olarak lanse etseler de, gerçeklik değişmiyordu. Elde edilen aslında bir hiçti.
Durumun böyle olduğu, o günden bugüne kadar milyonlarca insanın ilaca ve tedaviye erişememesi yüzünden ölmesiyle açığa çıktı zaten. Ama Covid-19 pandemisi, bu gerçekliği daha sert biçimde çarptı insanların yüzüne. Milyonların kısa bir zaman aralığı içinde öldüğü bu dönemde, aşı ve ilaçlarda patent sorunuyla karşılaşılması, Doha deklarasyonunun nasıl bir “büyük başarı” olduğunu gözler önüne serdi. Reformlar uğruna mücadelenin, insanlığın devrimci enerjisini heba etmek ve çok büyük acılar içinde çırpınmasına neden olmak dışında bir sonuç yaratmadığını somut biçimde görmüş olduk.
Covid 19 salgınının pandemi boyutuna ulaşılacağının anlaşılması üzerine, ilaç tekelleri hemen harekete geçer. Onları harekete geçiren ne insanlığa hizmet isteği, ne de daha deklarasyonun altına attıkları imzaya bağlılıklarıdır. Onları harekete geçiren temel iç güdüleri olur. Yani kar elde etmek dürtüsü. Bu dürtü doğrultusunda, yaşanacak insani krizden en fazla karı nasıl elde edeceklerini belirleme arayışına girerler.
Önce bir durum tespiti yaparak, pazarın olası boyutlarını belirleyeceklerdir. Bunun için Imperial Collage London’a bir pazar analizi yaptırılır. Tarih, 2020’nin ilk aylarıdır. Yani pandeminin başlangıcı. İnsanlar can derdindeyken kapitalistler kar derdindedir. Çıkan sonuç, eğer bir müdahale olmazsa 40 milyonu aşkın insanın hayatını kaybedeceği yönündedir. Ki, bu pandemiden yüz milyonların etkileneceği anlamına gelmektedir. Kapitalistler için fırsat yani pazar oldukça büyüktür. Bunu gören sermaye sınıfı hemen harekete geçer.
Örneğin Pfizer firması, Almanya’da aşı çalışmaları üzerine yoğunlaşmış ve yeni bir teknoloji geliştirmekte olan orta boy bir firmanın aşı çalışmalarının umut vadettiğini görür ve hemen satın alır. 2020’nin ilk aylarıdır. Biontech firmasının sahibi U. Şahingiller bu sayede dolar milyarderi olurken, Pfizer ise, geliştirilmesi muhtemel ilk aşının mülkiyetini ele geçirmiş ve bu sayede ağızlarının suyunu akıtan pazardan en büyük payı almayı garantilemiş olur. İrili ufaklı tüm kapitalistler krizi fırsata çevirme yarışına tutuşmuştur. İnsani değerler mi, o da ne ki!
Başka bir örnek, tedavide işe yaradığı ilk aylarda anlaşılan Remsevir ilacının üreticisi firma, bu tip ilaçların tek üreticisi olma yönünde girişimlere başlar hemen. Bu kadar aceleci olmasının nedeni, elde edeceği karın boyutudur. 9 dolara ürettiği ilacı 4000 dolara yani %450 karla satmaktadır. Ne bu karı paylaşmak, ne de bir rekabet sonucu düşmesini istemektedir. Evet, böyle bir kar oranı ve böylesi büyük bir pazar varken nasıl acelesi olmasın! İnsan, toplum sağlığı mı? Bunlar ne ki!
Sermayenin yaptıkları sadece bu tür ticari girişimlerle sınırlı da kalmayacaktır. 2020’nin Mayıs ayında yani pandeminin boyutlarının iyice belli olduğu günlerde İngiltere, İsviçre, Japonya ve başka ülkelerin diplomatları bir araya gelir. Gündemleri, Doha deklarasyonunun bu aşı ve ilaç için de uygulanmasını sağlamak mıdır dersiniz? Elbette hayır. Doha Deklarasyonu ile DSÖ kararlarının eklenen maddelerinin ortadan kaldırılmasını sağlamaktır istekleri. Bu diplomatları bu girişim için teşvik edenlerin kimler olduğunu bilmek hiç de zor olmasa gerek. Tarihsel deneyimi olan sermaye, bu işin dönüp dolaşıp patent meselesine dayanacağının ilk günden farkındadır. Ve olası girişimlere karşı ön almaya çalışmaktadır.
2010 yılında piyasa değeri 1,1 milyar dolar olarak tespit edilen Moderna firmasının pandemiyle birlikte ulaştığı 73,4 milyar dolarlık piyasa değerini tehlikeye atacağını, bunu korumak için bir şey yapmayacağını sanmak aptallık olur. Ve tabi diğerlerinin de... Marx bize sermayenin %300 kar için, idam edilmeye götürecek işlere dahi gireceğini hatırlatıyordu. Buradaki karlar, %400’leri aşıyor. Kapitalistlerin on milyonların ölümünü göze almasında şaşılacak bir şey yok.
Özel mülkiyete dayalı düzenin insanlığı felakete sürüklediği Covid 19 pandemisiyle birlikte bu kadar açık ve çarpıcı biçimde görünür hale gelmişken, patent karşıtı yükselen hareket 90’larda yaptığı hatayı yinelememelidir. Ne insani, hayır sever, sınırlandırılmış kapitalizm hülyasına ne de mevzi kazanma gibi avuntulara kendini kaptırmalıdır. Emekçileri köklü çözüme ulaştıracak olan öfkeyi değerlendirmeyi bilmelidir. Tekrarlayalım. Sağlık sektöründeki patent sorununun özü, özel mülkiyet sorunudur. Dolayısıyla kapitalist sınıfın kar hırsından doğan bu insani krize karşı yükselen kendiliğinden öfkeyi ana kaynağına yöneltmek hem mantıki zorunluluk hem de bu sorunu köklü olarak çözmenin tek pratik yoludur.
İ. Cevat ÇETİNER