Türk tekelci sermayesi ve faşist devleti devrimi yenemeyeceğini; iç savaşı kaybetmeye başladığını anlayınca emperyalistlerden yardım istedi. Suriye ve Esad'a yapılan uluslararası baskıyla A.Öcalan Suriye'den çıkarıldı. Rusya, Yunanistan, İtalya ve "Özgür Batı Avrupa" başta olmak üzere hiçbir ülke Öcalan'ı kabul etmedi. Başta ABD olmak üzere emperyalistlerin planıyla götürüldüğü Kenya'da yakalanarak Şubat 1999'da Türkiye'ye teslim edildi.
O dönemin başbakanı Bülent Ecevit, Abdullah Öcalan'ı kendilerine niye teslim ettiklerini anlayamadığını söylese de amaç açıktı. Daha önce Latin Amerika ülkelerinde ve başka yerlerde yaptıklarını yapıyorlardı. Bir çok defa bir gerilla hareketinin liderini yakaladıklarında ya da öldürdüklerinde gerilla hareketinin güç kaybedip dağıldığını, etkisini kaybettiğini görmüşlerdi. Yine aynı sonucu almayı bekliyorlardı. Ama bu sefer planları tutmadı. Zira gerilla hareketi olarak başlayan hareket, bir avuç gerillayla sınırlı kalmayı çoktan aşmış, bir halk hareketine büyümüştü. Sermaye bu adımıyla halkın moralini bozmayı, onları devrimci mücadeleden uzaklaştırmayı ve devrimi yenmeyi amaçlamıştı. Ama olmadı, bu amaçlarına ulaşamadılar. Bunun nedenlerinden birisi hareketin halk hareketi düzeyine çıkmasıydı. Bir diğer neden ise yüreğine özgürlük ateşi düşen bir halkı hiç bir gücün durduramayacağı gerçeğiydi. Üçüncü bir nedense soykırımı, bir halkı tamamen yok etmeyi ayrı tutarak belirtelim, bir halkı yenmenin stratejisi yoktur. Bir orduyu, bir askeri birliği, gerillayı yenmenin stratejisi olsa da bir halkı yenmenin stratejisi yoktur.
Türk tekelci sermayesinin yapısal krizinin derinleştiği, tam ilhak politikalarının derinleştiği bu süreçte, Cumhuriyet tarihinin en büyük deprem felaketlerinden biri yaşandı. Birbiri ardına Bolu ve Düzce merkezli 2 ayrı deprem olmakla birlikte Marmara depremi olarak tarihe geçen bu deprem, Türkiye sanayisinin en yoğun olduğu bir bölgeyi yerle bir etti. Gerçek rakam çok daha fazla olmasına rağmen, resmi rakamlarla 17 binden fazla insan hayatını kaybetti. Bu depremle Türkiye sanayinin üçte biri de yıkıldı. Depremin ardından kapitalizmin yarattığı insani felaket geldi. Deprem bölgeleri "güvenlik" zihniyetiyle ordu ve polis tarafından sıkı denetim altına alındı: Devlet dışındaki bütün yardım organizasyonları engellendiği gibi, yardıma giden gönüllüler de gözaltına alınarak, felakete uğrayan halka yardım etmeleri engellendi. Uluslararası yardım kuruluşlarından gelen malzemeler karaborsada satışa çıkarılıp vurgun yapılırken, yine bu kuruluşlardan gelen mali yardımların önemli bir kısmına hükümet tarafından el konuldu. Daha sonra hazinede para olmadığı için, bu paralarla başta polisler olmak üzere, devlet memurlarının maaşlarının ödendiği ortaya çıktı.
90'lı yılların sonuna gelirken artık iç savaşı kaybettiğini gören, birleşik devrim karşısında güçten düşüp çaresiz kalan Türk tekelci sermayesi, çareyi emperyalizme tam teslimiyette buldu. Önce AGİT'te (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) sorun ele alındı, hemen ardından da AB aday üyeliği süreciyle birlikte, birleşik devrimi bertaraf etmeyi, Avrupa'ya AB'nin inisiyatifine bıraktı. Bu çerçevede ordu ve polis teknik bakımdan daha gelişkin olarak donatılıp yeniden eğitilirken, bir yandan da "demokrasi", "çok kültürlülük" gibi sahte umutlarla hem fiziki hem de ideolojik bir saldırı başladı. Tekelci sermaye ve devlet önce kontrolünü tamamen kaybettiği zindanlara yöneldi. Dönemin başbakanı Ecevit, "cezaevlerini kontrol altına almadan sokakları kontrol altına alamayız" diyerek, aslında üretici güçleri ve toplumu ellerinden kaçırdıklarını itiraf ederken, sokaklarda egemenliği giderek güçlenen devrimi geriletmek amacıyla zindanlarda kontrolü yeniden ele geçirmelerinin zorunlu olduğuna da işaret ediyor; zindanları hedef tahtasına oturtuyordu.
Nitekim, o güne kadarki en kapsamlı ve doğrudan sınıfsal saldırı olarak F tipi saldırısı gündeme geldi. Bu saldırı, tutsak alınıp zindana kapatılan öncüyle kitleler arasındaki bağı koparmayı; öncüyü yalnızlaştırıp teslim almayı ya da yok etmeyi, kitleyi öncüsüz bırakıp devrim ve zafer yürüyüşünden uzaklaştırmayı, birleşik devrimi tasfiye etmeyi amaçlıyordu. Tekelci sermaye daha önce bu planı Almanya, İtalya, Japonya gibi emperyalist ülkelerde uygulamış ve sonuç almıştı. Ancak bu topraklarda işe yaramadı. Zira emperyalist ülkelerde tekelci sermaye, kitleleri devrim yolundan alıkoymak için onları sadece öncüsüz bırakmakla yetinmedi. Bunun yanında ekonomik taleplerini de karşılayabilecek koşullara ve ekonomik güce sahipti. Ancak bağımlı ülke olan Türkiye'de emekçi yığınların ekonomik taleplerini karşılamalarının olanakları yoktur. Tam tersine devrim, her geçen gün daha da sefalete itilen, yoksullaşan emekçi sınıflardan, ezilen ve sömürülenlerden beslenerek gelişip güçlenir.
Tekelci sermaye ve devlet, bu kapsamlı ve doğrudan sınıfsal saldırıyı daha ilk adımında politik olarak kaybetti. 19 Aralık 2000'de 20 zindanda birden tutsakları politik kimliklerinden soyup teslim almak hedefiyle saldırdı. NATO'nun ikinci en büyük ordusu, özel birlikleri, zırhlıları, tankları, helikopterleri yetmemiş olacak ki, buldozerleri, kepçeleri, iş makineleriyle zindanları kuşatıp herkes uykudayken 19 Aralık 2000'de sabaha karşı saldırdı. Ama nafile. Devrimci tutsaklar teslim olmaktansa ölümü seçti: Bütün zindanlarda NATO'nun en güçlü ikinci ordusuna karşı yüreklerini namluya sürdüler; çıplak elleri, çıplak bedenleriyle kavgaya girdiler. En eşitsiz koşullardaki bu savaş, 4 gün 4 gece sürdü.
Bu süreçte proletarya ve halklar, daha önce hiç olmadığı kadar büyük bir güçle harekete geçti, öncüyü sahiplendi. Bütün kentlerde sokağa çıkıp gösteriler yaptılar. Büyük kentlerin meydanlarında emekçi mahallerinde, polisle çatıştılar; hükümette yer alan tekelci faşist partilerin parti binalarına saldırdılar. Sokak savaşları dört bir yanda yükselirken, zindanları kuşatanları kuşatmaya aldılar.
4 gün 4 gece süren bu destansı zindan savaşlarında 28 devrimci tutsak yaşamını yitirdi, yüzlercesi de yaralandı. Ordu, hapishanelerin duvarlarını iş makineleriyle yıkarak ancak girebildi hapishanelere. Nice işkencelerden sonra götürüldükleri F tipi zindanlarda, önceden yapılan planlamaya uygun olarak ölüm oruçlarına başlandı. Faşist devlet eylemleri bitirmek amacıyla ölüm orucu ve açlık grevi yapan tutsakları geçici olarak tahliye etti. Çıkanların bir kısmı ölüm orucunu dışarıda emekçi mahallelerdeki evlerde sürdürdüler. Zindanlardaki tutsaklar da gönüllü feda eylemcileriyle ölüm orucunu yeni ekiplerle sürdürdüler.
2.yılın sonunda ortalama solun önemli bir bölümü grev kırıcılığı yaparak eylemi bıraktı. İki devrimci örgütün devam ettiği ölüm orucu eylemi 7 yıl sürdü. 128 devrimci tutsak ölüm orucu savaşlarında ölümsüzleşirken, yüzlercesi de sakat kaldı. Tekelci sermaye ve faşist devlet ne yaptıysa devrimci tutsakları teslim alamadı. Birleşik devrimi tasfiye etmek amacıyla, emperyalistlerin planlaması ve doğrudan desteğiyle açılan F tipi zindanlar amacına ulaşamadı. Bu zorlu muharebeleri kazanan yine devrimciler, proletarya ve halklar oldu, birleşik devrim oldu.
Uzun yıllardan beri yaptığı her şeyi devrimin baskısı altında yapan tekelci sermayenin 19 Aralık 2000'de zindanlara saldırırken, korkusu boşuna değildi. Kısa süre sonra yaşanan 2001’deki derin kriz ve eylemler bu korkuda haksız olmadıklarını gösterdi. 2001 yılı sadece zindanlar açısından değil, işçiler, kamu emekçileri, yoksul ve orta köylülük de dahil, bütün emekçi yığınlar ve küçük mülk sahipleri için hareketli, eylemlerle dolu bir yıl oldu. Derin bir kriz dalgası bütün toplumu pençesine aldı.
Özgür Güven