İlk defa 16 Nisan 2017 Referandumu döneminde ileri sürdüğümüz bir slogandı. Gazetemiz “Sandıkla Gitmeyecekler” manşetiyle çıktı. Ayrıca liberal muhalefetin ve sosyal reformizmin oylamayı bir varlık yokluk sorununa dönüştüren, anayasal hayaller yayıp duran politikalarının karşısına “Mecbur Değiliz” manşetiyle çıkıyorduk.
“Seçim sonuçlarının hileyle belirleneceği” kanaati gittikçe yayılıyordu emekçi yığınlar arasında. “Sandıkla Gitmeyecekler” şiarı, bu eğilimi bir bilinç düzeyine çıkarmayı amaçlıyordu.
Sonuçta seçimler gerçekleşti. Sel gidip, geriye kumu kalınca, devrimci kitlelerin kafasındaki düşünce artık belirginleşmişti: Sandıkla Gitmeyecekler!
Bu “kısa tarih” şartlarında altı uzun yıl geçti aradan. Cumhurbaşkanlığı seçimleri oldu ve “adam kazandı”. Yerel seçimler oldu, hile ayyuka çıktı. Ona rağmen dinci faşist iktidarın kaybettiği İstanbul seçimleri tekrarlandı.
Çürüme ve yozlaşma süreci daha derinleşti. “Skandallar” olağan yaşamın bir parçası, burjuva politik arenanın “normali” haline geldi. Sistemin dağılma ve çöküş salınımı hızlandı.
İktisadi kriz ağırlaştı. Üstüne küresel salgın bindi. Bizzat yaşamın kendisi “düzen içi çıkışın imkansızlığı” düşüncesini, devrimci kitleler arasında bir kanıksanmış doğru, bir ön kabul haline getirdi.
Bu aşamaya kadar “düzen içi çıkış”, “seçimler yoluyla hükümet/iktidar değişimi” görüşü, burjuva muhalefet ve onun peşine takılan küçük burjuva uzlaşmacı çevreler ve sosyalist hareketin belirli bir kesimi tarafından ısrarla savunuluyordu. Ama hayatın kendisi, bu görüşün savunulmasını her geçen gün daha güç, hatta imkansız hale getirmekteydi. Sonuçta “Sandıkla Gitmeyecekler” düşüncesi, sadece devrimci kitlelerde değil, geniş bir emekçi kesim arasında, hatta neredeyse liberal muhalefete varan bir siyasal çevrede etkisini göstermeye başladı.
CHP başta, tüm burjuva muhalefetin yalvar yakar “seçimle göndereceğiz, sakın provokasyona gelmeyin, sokağa çıkmayın, seçimi bekleyin” çıkışları tam da bu düzen dışı eğilimin olağanüstü güç kazanmasının sonucudur. Ama sesleri yükseldikçe etkileri azalıyor.
Bugün artık dinci faşist iktidarın seçimle gitmeyeceği düşüncesi, kök salmış bir görüştür. Kimileri buradan umutsuzluk çıkarır, kimileri isyan gerekçesi. Kimileri “bırakıp gidemeyecek kadar suça gömüldüler” fikrinden hareketle bu sonuca varır, kimileri sınıfsal güçler dengesinin, sermayeyi, bu güruh eliyle koyu bir faşist diktatörlük kurmaya yönelttiği düşüncesinden. Çıkış noktaları ve haliyle getirilen çözüm önerileri, farklılıklar taşısa da, mevcut dinci faşist iktidarın seçimle, sandıkla gitmeyeceği, sürecin en azından bir dizi ayaklanma ve yoğun çatışmalarla bir yere evrileceği düşüncesi, geniş bir siyasal yelpazenin üzerinde ortaklaştığı nokta haline geliyor.
“Sandıkla Gitmeyecekler”in doğal olarak sonucu, mevcut iktidarın, olağan yollarla konumunu terk etmeyeceği, iktidarını korumak için her tür zor yöntemine başvuracağıdır. Bu zor yöntemlerinin de varacağı bir nokta, ulaşılmak istenen bir yer vardır. Nedir bu?
Örneğin dinci faşist iktidar, seçimle gitmemek üzerine konum aldığına göre, kazanamayacağı bir seçime girmeyecektir. Yani ya “sandıktan çıkmak” adına hile ve dalavereleri görülmemiş bir düzeye ulaştıracak, “açık oy, gizli sayım”ın çağdaş bir versiyonunu uygulamaya koyacaktır; ki bu, seçimlerin, eğer kırıntı düzeyinde bir anlamı kaldıysa, onun da tümden ortadan kaldırılması demektir... ya da seçimleri tümden yürürlükten kaldıracak bir yönelime girecektir. Böyle bir yönelim de Hitlervari topyekun bir faşist diktatörlük olabilir ancak. İktidar cephesi açısından durum aşağı yukarı budur.
Tarihsel analojilerin iyi ve kötü yönleri vardır. Anlatılmak isteneni etkili şekilde anlatmaya yarar çoğu zaman. İsabetli çağrışımlar yaratır. Öte yandan, örneği birebir kabul edenler için yanlış sonuçlar çıkarılmasına yol açar.
RTE şahsında dinci faşist iktidarın macerası dönem dönem Hitler ve Nazilerle, dönem dönem Mussolini ve Kara Gömleklilerle örneklendirildi. Biz de sık sık başvurduk bu yönteme. Ne var ki, bizim açımızdan tüm bunlar, sadece bir anıştırmadan ibaretti. Çünkü, ne dünya 1920’lerin, 30’ların dünyası, ne Türkiye o dönemin Almanya ve İtalyası. Dahası, orada “aşağıdan faşizm” söz konusu iken, bizde halihazırda faşist bir biçim almış bir devlet bulunuyor.
Bu nokta önemli. Zira bunu dikkate almaz ve Mussolini-Hitler faşizmlerinin gelişini birebir örnek olarak ele alırsanız, bugün örneklerine sıkça rastladığımız “tek adam rejimine karşı en geniş birlik” türünden “ittifaklar politikasına” kapı aralarsınız. MC hükümetleri döneminde “Faşizme Geçit Yok” deyip duran müteveffa TKP’nin “Ulusal Demokratik Cephe” sayıklamaları adım başı yankılanıp duruyor “tek adam rejimi/saray faşizmi” karşıtı politikalarda. (Ne yazık ki sosyal medyada bu türden kampanyalar da yapılıyor sosyalist camia saflarında.)
Hoş, uluslararası komünist hareketin deneyim ve birikimi, o şartlarda da burjuva düzene hapsolmuş ittifaklara karşıydı ve faşizme karşı burjuva demokrasisini değil, halk demokrasisini / halk iktidarını savunuyordu ama, tarihsel birikimi kendi dar politik yaklaşımlarına dayanak sunanlar açısından, bunun bir önemi yok.
Hitlervari bir topyekun faşist diktatörlük derken, dönem farkını ve halihazırda bir faşist devlet aygıtının var olduğunu görerek söylüyoruz. İşin özü, sistemin işlemesi açısından en ufak bir “sürtünme etkisinin” bulunmadığı, her tür yasal bağdan kurtulmuş bir diktatörlüktür arzulanan. RTE ve suç şebekesi açısından “şahsi kurtuluş” yolu, sermaye sınıfı için devrim belasından kurtuluşun yolu, böyle bir diktatörlükte ortaklaşmaktadır.
Burada diğer düzen güçleri, CHP başta olmak üzere burjuva “muhalefet”, düzen dışına taşmış olan muazzam öfke ve tepkileri bir şekilde düzen sınırlarına çekebilmek adına hareket ediyorlar. Tüm uğraşılarının, aslında, dinci faşist iktidar eliyle ilerletilmek istenen tekelci sermaye sınıfı ve emperyalistlerin planının başarıya ulaşması doğrultusunda olduğuna işaret edip geçelim.
En genel çerçeve bu şekilde çizildiğinde, RTE şahsında tekelci sermayenin mevcut yönelimine karşı mücadelenin ana ekseni de ortaya çıkar kendiliğinden. “Şimdi Devrim Zamanı” şiarıyla bunu sürekli dile getiriyoruz. Dahası, birleşik devrimin bir devrim programına ihtiyaç duyduğunu çeşitli yazılarımızda ele aldık. Böyle bir devrimin içeriği, ortaya konacak bir devrim programıyla tüm emekçilere ilan edildiğinde, tartışmasız bir şekilde sahiplenilecektir.
Toparlayacak olursak... Türkiye ve Kürdistan son derece devrimci bir süreçten geçiyor. Tekelci sermaye sınıfının tarihsel-güncel eğilimleri, RTE şahsında dizginsiz bir faşist diktatörlük inşa etme politikasında ifadesini buluyor. “Sandıkla Gitmeyecekler” sloganı, tam da bu tarihsel-güncel durumu en özet haliyle ifade ediyor. Buna karşılık emekçi yığınların, gençliğin, kadınların, Kürt halkının, ezcümle ezilen kesimlerin inatçı öfkesinin beslediği sert çatışmalar, birleşik devrim güçlerinin “Şimdi Devrim Zamanı” sloganında ifadesini bulan net bir politik tutum takınmasının elzem olduğunu gösteriyor.
Mevcut şartlarda oluşacak bir antifaşist cephe, ancak bu ana eksen doğrulusunda yürüdüğünde başarı şansı kazanabilir. Türk burjuva düzeninin tarihsel-güncel eğilimine verilecek güncel yanıt bu temelde olmalıdır.