Dinci faşist iktidarın izlediği, pratiğe geçirdiği yaşamsal politikalar gerçekte dinci faşist partinin ve onun başındaki adamın başının altından çıkan, kafasına göre ya da şahsi çıkarlarına göre belirlediği politikalar mı? Örneğin Suriye politikası?
Düşünmesini bilmeyen darkafalı uzlaşmacılara, liberallere, sosyal reformist partilere ve hatta onların kuyruğundan ayrılmayan oportünist hareketlere sorarsanız, “evet öyledir” derler. Açıktan söylemediklerinde bile, bütün politika ve düşüncelerini bu bakış açısıyla oluşturduklarını görmek mümkün.
“Tek adam” sakızı bundandır. Bu sakızın hammaddesi bu bakış açısından oluşuyor. İdlib'te ya da başka bir yerde savaş peşinde koşmalarını RTE ve dinci faşist partinin “seçim kazanma” plan ve hevesiyle açıklamaları; Kürt halkına karşı katliamcı politikayı RTE'nin şahsıyla özdeşleştirmeleri bundandır. Kürt halkına ve diğer ulusal topluluk halklarına karşı işlenen katliamların ve katliam politikalarının düne kadar ortağı olan; boğazına kadar Kürt halkının kanına batmış Davutoğlu'nun veya Ali Babacan'nın partileriyle ilişki geliştirmelerinin; bu iki dinci faşist partiyi ezilen halkların gözünde aklamaya çalışmalarının nedeni budur.
İşte böyle, faşizme ve onun sınıfsal temeli olan tekelci kapitalist düzene, sermaye sınıfı egemenliğine karşı devrimci bir politika yerine uzlaşmacı, düzenin yırtığını söküğünü yamama politikası izlemek kişiyi eli kanlı adamların elini sıkmaya, onları aklama politikasının figüranı olmaya götürür.
Leninistler, başından beri, dinci faşist partinin ve onun başının izlediği politikaların keyfi ve kafalarına göre, şahsi ya da parti çıkarlarına göre belirlenmiş politikalar olmadığını; bunun tekelci sermaye sınıfının, emperyalistlerin de onayını alan faşist devlet politikası olduğunu ortaya koydular, emekçi sınıfları ve ezilen halkları bu konuda aydınlatmaya, bilinçlendirmeye çalıştılar. Elbette, bir umut, anlarlar ve gittikleri yoldan dönerler diye oportünist hareketlere de izah etmeye çalıştılar.
Sorun dinci faşist iktidarın çok ötesinde, tekelci kapitalist egemenlikte ve onun egemenlik aygıtı olarak faşist devletin varlığındaydı. Bunlar ayakta kaldığı sürece, bu temel üzerinde hareket eden tüm burjuva partiler, hadi anlayacağınız dille söyleyelim CHP'sinden İYİP'ine oradan diğer tüm burjuva partilere kadar; muhalif olan tüm politik güçler aynı ya da benzer politikalar izlemek zorundalar. Temel, yaşamsal politikalarda başka türlü olmaz. Çünkü bu politikalar “tek adam” ve partisi tarafından değil, emperyalist güçler ve tekelci burjuvaların ofislerinde, faşist devletin koridorlarında belirlenir.
Kürdistan'ın ilhakı ve Kürt halkının katliamlarla imhası politikası, Kürdistan'dan yeni yeni toprakların işgal ve ilhakı politikaları; Suriye'den toprak koparma politikası... Koç'ların, Sabancı'ların, ABD, İngiltere, Fransa, Almanya vb. emperyalistlerin üzerinde anlaştıkları ortak politikadır. Burjuva partilere düşen, bu politikaları kendi meşreplerine uygun biçimde hayata geçirmektir. Faşist devletin Suriye'ye ilişkin politikası böyle bir politikadır. Halep'e kadar Suriye'nin kuzeyini; Musul ve Kerkük'ü; Kıbrıs'ın en azından bir bölümünü Türkiye topraklarına katmak, 1950'li yıllardan, hatta öncesinden beri Türkiye burjuvazisinin hayali olageldi.
Kıbrıs'ın, “solcu” Ecevit tarafından işgal edildiğini biliyoruz. Musul ve Kerkük hayallerinin her burjuva iktidar için geçerli olduğunu da... Menderes'in Halep'e kadar Suriye topraklarını işgal ve ilhak için pek çok girişimde bulunduğunu; bunun için pek çok kez askeri yığınak yaptığını ama SSCB'nin varlığından dolayı, bu girişimlerin hiç birinde pratik adım atmaya cesaret edemediğini de biliyoruz. Dünya koşulları uygun değildi.
Suriye topraklarına asker sokup bir kısım toprağı işgal etmek RTE ve dinci faşist iktidara denk geldi. RTE ve dinci faşist partisi, Türk burjuvazisinin politikasını uygulamak için uygun karaktere sahipti. RTE ve Partisinin “kerameti” bundan ibaretti. CHP'nin bu politikaya itirazı yoktu; koşullar uygun olsaydı devletin bu politikasını hayata geçirmeye dünden teşneydi. Kısacası, dinci faşist parti AKP ve onun başı RTE ile CHP ve onun başı Kılıçdaroğlu arasında, bu konuda, toz zerresi kadar bir fark yoktu.
İşte somut kanıtı. İstanbul'da düzenlenen “Suriye'li sığınmacılar; sorunlar ve çözümler” konulu toplantıda Kılıçdaroğlu, “sığınmacıları biz zorla Suriye'ye göndermeyeceğiz” dedikten sonra -ki RTE ve dinci faşist iktidarı da aksini söylüyor değil- işgalci ruhunu ortaya koyan baklayı ağzından çıkarıyor. Şöyle diyor:
“Vatanlarına geri dönmeleri için orada münasip bir ortam oluşturmamız gerekiyor. Orada insanların can ve mal güvenliğinin sağlanması lazım. Aynı zamanda altyapının inşa edilmesi, hastaneler, okullar, yollar...”
Evet, bu cahil adam, babasının toprağından söz eder gibi, işgal ettikleri Suriye topraklarında “hastaneler, okullar, yollar, altyapı” inşa planları yapıyor. Elbette bu Suriye topraklarına Rojava toprakları da dahil. Bu lokmanın kursağından geçmeyecek kadar büyük olduğunun farkında olan Kılıçdaroğlu, emperyalistleri de ortak etme kurnazlığını ihmal etmiyor. Şöyle devam ediyor:
“Bununla ilgili AB ve diğer ülkelerden maddi destek alınabilir. Suriye'de barış ortamı ya da siyasi çözüm için Kuzey Kıbrıs örneği gibi bir uygulama olabilir. Birleşmiş Milletler, dönen kişilerin can ve mal güvenliğini belirli bir müddet sağlayabilir.” “Belirli bir müddet” tamam. Sonra? Sonra Hatay örneği, bir referandum ve “Halk Türkiye'ye katılmak istiyor ne yapalım” hikayesi ile ilhak.
Peki bu “Kuzey Kıbrıs örneği” CHP'yi “demokrasi gücü” olarak gören, kapısından ayrılmayan uzlaşmacı küçük burjuva partiye, sosyal reformist partilere ne anlatır? CHP ve onun başının da aslında Suriye'deki toprakları ilhak için can attığını; Kuzey Kıbrıs gibi işgal altında tutup sonra kılıfına uydurup ilhak etmeye çalışacağını anlatır mı? Tabii ki yapabilirse. Tabii ki bu lokma boğazına takılmaz ise...
Bu cahil adam, Suriye'de İdlib-Rusya-Suriye devleti pürüzünün olduğunu düşünecek kadar bir “zeka” pırıltısı gösteriyor ama biz bunu sonraya bırakıp, buraya kadar söyledikleriyle RTE'nin “Suriye'de Güvenli Bölge” kurma planlarının nasıl tek yumurta ikizi kadar birbirine benzediğini gösterelim. RTE'nin de “Sığınmacılar”ı bahane ederek Güvenli Bölge oluşturmaya; bu bahaneyle işgal ettiği toprakları zamanı geldiğinde kılıfına uydurarak ilhak etmeye çalıştığını biliyoruz. İşte RTE'nin amacını ifşa eden planını ortaya koyan sözleri:
“Türkiye, 4 milyona yakın mülteciye ev sahipliği yapıyor. Köklü çözüm için de bir planı var. Güvenli Bölge konusundaki çağrımıza henüz dünyanın en güçlü, ekonomik olarak en saygın olduğunu zannettiğimiz ülkelerinden bile 'biz de varız' diyen çıkmadı. Biz hala ses bekliyoruz, ama bir şey yok. Bizim, şu ana kadar 40 milyar doları aşkın bir yatırımımız var. Daha önce de söylediğim gibi, Tel Abyad-Rasulayn arasındaki 120 kilometre uzunluk ve 32 kilometre derinlikteki alan üzerinde inşallah böyle bir adımı atabiliriz. Tabii ki bu bölgede güvenliği de biz sağlayacağız.”
RTE'nin planlarında da “Zorla gönderme yok!” Ev sahibi hem de 3+1 ev sahibi olmak isteyen “sığınmacı” tamamen gönüllü şekilde RTE ve iktidarına müracaat edecek ve işgal edilen topraklara geçecek! RTE'de emperyalistler yardıma çağırıyor.
“Tüm ülkelere, 'Suriye ile ilgili çabalarımızı desteklemeye çağırıyorum' diye seslenen Erdoğan, Türkiye’nin amacını ise 'Niyetimiz, ilk etapta 30 kilometre derinliğinde ve 480 kilometre uzunluğunda bir barış koridoru tesis ederek uluslararası toplumun desteğiyle burada 2 milyon Suriyelinin iskanını sağlamaktır' sözleri ile aktardı.”
Kılıçdaroğlu'nun talihsizliği, hem RTE'nin bir kaç yıl gerisinden gelmek hem de aç gözlü bir dinci faşist kadar kapsamlı düşünememek. Bunlar rüşvet ve yolsuzlukta da böyleler. İşlerini dinci faşistler gibi büyük ve kapsamlı yapamıyorlar; küçük işlerin adamıdırlar. Haliyle tekelci sermayenin büyük hayallerini gerçekleştirecek çaptan yoksunlar.
Her şey tamam da ufak! bir sorun var. İşgal ettikleri topraklardaki halkların direnişi; üstüne işgalcileri o topraklardan sürmeye kararlı Suriye ve Rusya nasıl halledilecek? Bu can sıkıcı! Durumu Kılıçdaroğlu şöyle itiraf ediyor:
“Ancak İdlib meselesi de önemli. Esed rejimi, Rusya desteğiyle oraya bir operasyona hazırlanıyor. Bu durumda büyük ihtimalle İdlib'den Türkiye'ye 1,5 milyonluk bir akın olabilir. Açıkçası İdlib meselesi nasıl çözülür bilmiyoruz.”
Bu yaşamsal meselede dinci faşist iktidar ile uzlaşmacıların/sosyal reformistlerin müttefiki CHP arasında fark gören var mı?
Biz göremiyoruz da...