Merhabalar, ben 26 yaşında işsiz bir biyomedikal mühendisi bir kadınım. Yaklaşık üç yıl önce üniversiteyi bitirdim. Bizim bölümümüz sadece üç üniversitede vardı. Bizim sınıfımız 17 kişiydi. Az mezunduk ve çok rahat iş bulabilirdik.
Biyomedikal mühendisliği yeni bir alan olduğu için bizim işleri ya elektrik-elektronik ya da makine mühendislerine yaptırıyorlardı. Bu yüzden en başında bile iş bulamadım. Yaşadığım coğrafyadan da kaynaklı Türkçe’yi zar zor öğrenebildim zaten. Sonra dedim ki kendimi geliştireyim. Maddi durumumuz iyi olmadığı için sadece iki kur İngilizce eğitimi alabildim, ama üzerine bir şey katamadım. İş aradım, hiç iş yok. İstanbul’ da çalışacaksın illa ki.
İstanbul çok büyük bir şehir ve bana korkunç geliyor; kalabalığını da sevmiyorum. Önce bir çekindim, "gitmeyeyim" dedim. Sonra Kocaeli’ndeki yerleri araştırmaya başladım. Tabi bu süreçte çalışmak zorundaydım. Kardeşimle beraber yaşıyorduk ve ev geçindirmem gerekiyordu. AVM’ de 6-7 ay çalıştım. Eğlence bölümünde bilet satıyordum. İnsanlar gelip soruyordu: “Okuyor musun kızım sen?” diye. Biyomedikal Mühendisliği okuduğumu söyleyince inanmıyorlardı. “Hadi canım sen de, biyomedikal mühendisliği okudun burada mı çalışıyorsun. Demek ki o kadar da abartılacak bir bölüm değilmiş” diyorlardı. Sonra seni aşağılamaya başlıyorlar. Bu toplumsal linçle her yerde karşılaşıyorsun. Köyde de karşılaşıyorsun, şehirde de karşılaşıyorsun. Hiçbir farkı yok. Bunlar, insanın psikolojisini bozuyor.
Kocaeli’nde bir medikal kalibrasyon şirketinde iş buldum. "Gel görüşelim" dediler, gittiğimde bir tekniker vardı. İşyeri açmış, kız kardeşi var yanında da. Üstümde başımda bir şey yok, pantolonum yırtık falan. İş görüşmesini yaptığımız yerde masada bir silah duruyordu. Silaha gözüm ilişince açıklama yapma zorunluluğu hissetti: “Bizim kuzen askerden yeni geldi. Bu onun silahı” dedi. Askerden gelen biri yanında tabanca getirmez herhalde değil mi? Bir baktım duvarda da bir kılıç asılı: “Acaba nereye düştüm” diye düşündüm. Adam benimle direk: “Mühendisim, seninle çok güzel şeyler yapabiliriz. İster ofiste çalış, istersen sahada çalış. Sana her şeyi öğreteceğim, sonra senin adına şirket açacağız” dedi. Benim adıma yapacağı proje de şu: Cihazı yurtdışından getirecek, sanki burada yapmış gibi gösterecek. “Sanayiden tanıdıklarım var, faturaları falan her şeyi ayarlayacağız” dedi; “sen sadece sunum yapacaksın” .. “Bizim bu projeden kazancımız minimum 120 bin lira. Masrafları çıkarınca sana 30-35 bin kalır. Kabul ediyor musun?” dedi.
Bu şirket hastaneden orijinal cihazların seri numaralarını öğrenmek için bakım, onarım, kalibrasyonuna gidiyordu. Hastane cihazlarının gerçek seri numaralarını çalıyorlar. Çin’den getirdiklerinin üzerine yapıştırıyorlar, burada onları satıyorlarmış.
İş görüşmesine yeni gitmişim, adam bana sahtekarlık teklif ediyor. Düşündüm ne yapsam, çalışsam mı çalışmasam mı diye? Ben ofiste kalıyordum. Benim yaptığım iş, hastaneleri arayıp “ne kadar cihazınız var biz kalibrasyon işi yapıyoruz. İsterseniz cihazlarınızın sayısını, hangi cihazdan ne kadar var bunu bize gönderin biz ona göre size bir fiyat çıkartalım” diyordum. Bir iki kere aradım bir gün yanına çağırdı patron. “Hiç iş bağladın mı” diye sordu. “Müşterilerle çok sert konuşuyorsun. Biraz daha fingirdek olman gerekiyor. Karşıdaki insanları böyle etkileyebilirsin. Özel telefonlarını al oralardan yazış” dedi. Sonradan fark ettim ki, kardeşinin yaptığı iş de tam olarak bu zaten. Kadına her gün birilerinden çiçekler, hediyeler geliyor. Sebebi buymuş. Bunu yapamayacağımı söyledim. Aşağılama da oluyordu. Şirketteki konuşmalar, gülmeler, dedikodulara ayak uyduramıyordum. İş yapmak için gelmişim ve iş yapmıyorum bu insanların yaptığı şeyleri de yapmak istemiyorum.
Bir sabah geldik temizlik yapıyoruz. "Müzik açayım" dedi biri. Hakan Peker dinleyelim diyorlar. Birisi "Sedat Peker’le Hakan Peker'i karıştırıyorum"diyerek araya girdi. 4 kadın oturuyoruz. "Sedat Peker ne yakışıklı" gibilerinden güzellemeler yapıyorlar. Hepsi de evliler. İçim kaldırmadı benim daha fazla. Arkadaşımı aradım; “ben bunlarla yapamayacağım, işi bırakacağım” dedim. Patron geldi, bir yandan da düşünüyorum, zar zor bir iş bulmuşum buradan çıkıp ne yapacaksın diyorum kendime. Patronla açık açık konuştum: “sadece bir sekreterin yapabileceği şeyleri yapıyorum. Bu işleri yapmak için lise okumaya bile gerek yok. Fotokopi çekiyorum damga basıyorum, hastaneleri arayıp mail adresleri alıyorum hepsi bu. Hiçbir şey yapmadan oturmak ağrıma gidiyor.” Sahada çok yorulacağımdan bahsetti. Ne ofiste ne de sahada fark etmez, yeter ki iş yapmayı öğreneyim. Geleli epey oluyor bütün belgelerimi getirdim, bir sigorta girişi bile yapılmadı. "Zamanla yaparız" dedi. Maaşım belirsiz zamanda, belirsiz zamlara bağlıydı. Ben de dedim ki ben bunu bir düşüneyim. Üzerime şirket açmaya çalışıyorlardı. Diplomamı kullanmaya çalışıyorlardı daha doğrusu. Bir imza atsam, üç yıl oraya bağlanacaktım, üç yıl işsiz kalsam daha mı iyi bilemedim.
Benimle aynı dönemde mezun olanların bir kısmı benimle aynı dönemde işe girdiler. Genelde İstanbul’da yaşayan insanlardı zaten. Stajlarını da İstanbul’da yapmışlardı, kendi evlerinde kalıyorlardı. Okulu bitirir bitirmez staj yaptıkları yerlerde zaten işe başlıyorlar. Bir kısmı da yüksek lisansa başladı. Benim gibi işsiz şu an kimse yok herhalde. İki arkadaş gidip formasyon aldılar, şu an öğretmenlik yapıyorlar. 63 gibi absürt bir KPSS puanıyla atanmışlar. Formasyona ben neden başvuramadım derseniz, bizim tütün zamanımızdı. Bunu öğrendiğimde de tütün yapıyorduk. Arkadaş son gün haber verdi; yetişemedim.
Tütün işi çok yorucu bir iştir. Sabahın köründe başlayıp gece 1-2 ye kadar yapılır. Sabah erken kalkıp tarlaya gidilir. Öğle güneş tam tepeye gelip, çok sıcak oluncaya kadar tütünler toplanır. Sonra da geceye kadar iplere geçirip iskelelere asılır. Hergün bu böyle devam eder. Çok yoğun çalışmamız bir buçuk ayı buluyor.
Her yaz düzenli tütüne gideriz biz. Bu yaz da muhtemelen iş bulamazsam tütüne gideceğim. Üç ay boyunca memlekette tütün yapıyoruz. Bu sefer ailemin yanında 6 ay kaldım; çünkü tütünün diğer aşamalarında da bulundum. Mecbur kalıp gidiyoruz. Benim işsizliğimde en büyük etken de muhtemelen buydu. Üniversiteyi bitirdim. Yazın herkes işe girdiğinde ben köye tütüne gittim. 3 ayın sonunda geldiğimde o hevesim gitmişti zaten; üç ay güneşin altında sabah akşam çalışmışım.
Tütün işi erkeklerin yapabileceği bir iş aslında; ciddi bir kas gücü istiyor. Bizim evde de erkek yok. Babamın ayağından problemi olduğu için aksıyor biraz. Biz de babama kıyamıyoruz. O yükü, her şeyi biz taşıyoruz. Biz oraya yardıma gitmesek olmaz zaten. Şunun da hesabını yapıyoruz, ben gitmesem babam günlük 100 lira yevmiyeli bir işçi tutacak. Bir buçuk ay çalıştıracak. Bu kadar paramız yok ki zaten. Biz kendimiz üniversitede zorluklarla okuyup, iş bulalım diye kendimizi yıpratıyoruz. Gidip tütünde çalışınca da olmuyor. O kadar yorucu bir şey oluyor ki, çok yorulup yıpranıyorsun. Tütün bitince hadi gidip iş arayayım diyemiyorsun. Şimdi iş arıyorum, bulamıyorum.
Tekrar İngilizce kursuna başladım. Çünkü senden istedikleri şeylerin başında İngilizce geliyor. Bir çok kriterleri var. Bunları iyi yapsan dahi, tecrübe istiyorlar. Beni kimse işe almazsa nasıl tecrübe kazanacağım. Birini bulduk bizim köylü. Adana’da biyomedikal şirketi var; yatak ticareti yapıyorlardı. Üç ortaklarmış. Babam söyleye söyleye adam bir gün aradı beni, cv'mi istedi, “işe sokacağım seni. Konya’da eğitim alacaksın sonra üretime geçeceğiz” dedi. Bildiğim programları sordu, sonra aradı “bir mühendis alacağımıza grafiker aldık” dedi. Çünkü ona daha az para verecek ve grafikere her istediğini yaptırabilecek. Çünkü mühendis yeri geldiğinde onlara "bu iş böyle olmaz" diyebilir. Grafiker ise söylediklerini çizecek sadece.
Şu an diyorum ki, bana bir iş verseler muhtemelen bu tek fırsatım olacak. Olabildiğince çalışacağım. Sabah akşam çalıştırsalar “tamam” diyeceğim. İşin bu noktaya gelmesi acizliktir. İntihar etme fikri o kadar çok insanın aklına geliyor ki! 4 yıl üniversite okumuşum, onun dışında iki yıl daha kaldım bu şehirde. Köye gidip, ailenin yanında olmak özellikle bir kadın için çok zor. Eve gelen misafirler dahi, sana hiçbir işe yaramamış bir insan gözüyle bakıyorlar. “Ya nasıl olsa boşa okudu. Evlendirelim bunu, evde kalacak” fikrini duydukça kendinden soğuyorsun. Diyorsun ki “gerçekten ben neden okudum ki, keşke okumasaydım bu laflar benim zoruma gitmeyecekti.” Okuyup tekrar köye gitmek çok zor. Neyse ki ailem gerici bir aile değil, hep benim yanımda oldular. Öyle bir noktaya geliyorsun ki, kendini hiçbir şeye layık görmüyorsun. Okudum ve işsizim. Aileme yük oluyorum psikolojisine kapılıyorsun.
Kimse senin yaşadığın şeyi bilmiyor. Hatta işsiz bir insan bile seni anlamıyor; çünkü o da kendi işsizliğine yanıyor. Herkes aynı şeyi yaşıyor çevremde, bir sürü böyle işsiz insan var ve kimse birbirini anlamıyor. Anlatamıyorsun ki anlayabilsin.
İşsizlik sorunu toplumsal bir sorun olsa da bu çekirdekten başlayan bir süreç aslında. İlkokuldan itibaren iyi bir eğitim alamıyorsun ki. Üniversiteyi kazandığımızda hayatımızın kurtulduğunu ve her şeyin de hallolacağını zannediyoruz. İş bulacağız zannediyoruz. Üniversiteyi bitirdikten sonra asıl olay orda başlıyor işte. Bitirdikten sonra, bir yıl boyunca keşke okulu uzatsaydım diye hayıflandım. O da kötü bir şey; ama üniversiteyi bitirip işsiz olmak daha kötü. Bu süreç kısa sürecek sandım. Sonra fark ettim ki, büyük bir güruh var iş arayan. Her elini attığın kişi, "üniversiteyi bitirdim" işsizim diyor. Çalışanlar da mezun olduğu işi yapmıyor, yapamıyor. Bu çok kötü bir şey.
Her iş kolunda ihtiyaç var elbette, ama her tarafa üniversite açılırken meslek alanlarının içi boşaltılıyor. Doktorluk gibi bir mesleğin içi o kadar boşaltıldı ki, doktorun yazdığı reçeteye güvenemiyorsun. Çünkü bilmiyor. Sadece okumuş, bölümü bitirmiş. Kaliteli eleman yetişmiyor.
İkinci sıkıntı da, özel şirketlerde üç kişinin yapması gereken bir işi bir kişiye yığıyorlar. Bu hem ücretten kar ettiriyor patronu, diğer yandan da üç kişilik iş yapan da kendi ailesini düşünüyor. 15 saat çalışıyor mesela. Doğru düzgün uyumuyor. Aldığı ücret, asgari ücret. Ailesi, çocukları olduğu için katlanıyor. Adam bunu kabul etmese; “üç kişi alın birlikte yapalım” dese şirketin işine gelmeyecek, onu değil başkasını işe alacak.
Aslında toplum olarak direnebilsek "biz bunları kabul etmiyoruz" diye o zaman çözülür. Ama işte biz de buna mecbur kalıyoruz, koşulları kabul ediyoruz. Bir mühendisin 1500 lirayla başlaması çok komik bir durum; ama herkes de bunu kabul ediyor. Çünkü herkes mecbur.
Bu bölüme ilk girdiğimde, geleceğin mesleği diyorlardı bu bölüm için. Ben yazmadım, öğretmenlerim zorla yazdırdı; “geleceğin mesleği, sağlık sektörü hiç biter mi?” diyorlardı. Aslında bitmiş her şey. Ama bitmesinin sebebi işe aldıkları insanları, kapasitesinin çok üstünde çalıştırmaları. Koşulların böyle olmaması gerekiyor; ama o insan da bu koşulları kabul etmek zorunda.
Bir sistem oturmadan değiştiriliyor. Bir hükümet değişiminde, bir bakan değişiminde geçen yıl söylenenin tersi geçerli oluyor. Hastaneler özelleştiriliyor. İş alanı sağlanmıyor. Devlet hastanelerinin normalde bir mühendisi alması gerekiyor. Hatta 500 yataklı falan oldukları için iki tane mühendis almaları lazım. Bunu yapmıyorlar. Çünkü iki mühendis alınca bitmiyor. 5 tane de tekniker alması lazım. Yedi kişiye maaş vereceğine, hastanelerdeki cihazları ihaleye sunuyor. En düşük ücreti isteyen şirkete ihaleyi veriyorlar. Böyle olunca da yine şirketler almış oluyor. Devlet de şirket de kar elde ediyor. Şirket biliyor ki, on tane hastane bağlasa kendisine yetecek; çünkü beş çalışanı var ve her birini bir iki hastaneye gönderebilir.
Bu ülkeden gideyim diye düşünüyorsun. Yurt dışına gitsen ne yapacaksın. "Yüksek lisans yapayım" desen, buradaki okulların hiçbiri Avrupa’ da ki okullara denk değil ki. Dil bilmen gerekiyor. Hangi ülkede yapacaksan o ülkenin dilini bilmen gerekiyor. Hadi diyelim ki İngiltere’de yapacaksın. Sular seller gibi ingilizcen olacak. Diploma notunun 3’ün üstünde olması lazım. Her şeyinin o kadar uygun olması lazım ki. Diyelim ki yüksek lisansı yaptın, geri ülkene döndüğünde yine bir şey yok. Bir arkadaşım geldi, yine işsiz kaldı. Herkes her yere kendi adamını yerleştiriyor. Herkes kendi çarkını döndürüyor. Ortada belli bir düzen, belli bir sistem olmuyor bu nedenle. Neyi nerden kısarım, nasıl kar elde ederim derdindeler.
Kocaeli’nden İşsiz Bir Biyomedikal Mühendisi