“Kapitalist ülkelerin çoğunda yasalar, burjuva aile ve nikâhını korumak için her çeşit önlemi almaktadır. Fakat bunu yaparken ana amaç ahlâk ve diğer sosyal değerlerin değil; özel mülkiyetin korunmasıdır.”1
Önce uzun yıllardır kadınların mücadele ederek elde ettiği tüm kazanımların ortadan kaldırılmak istenmesi, gündeme atılan kız okulları projesi, dönem dönem kürtaj hakkının tartışmaya açılması, İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesi ve bugünlerde 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’a saldırılar… Ardı arkası kesilmeyen kadınlara yönelik saldırılarla Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan son olarak ağzındaki baklayı çıkardı ve 2025 yılını “Aile Yılı” ilan etti.
Açıklamada doğurganlıktaki düşüşün Türkiye açısından bir tehdit olduğunu söyledi, “LGBT meselesi, ailelerin başına gelmiş en büyük tehlikedir” dedi. Hemen ardından LGBT’leri yeniden toplumda kriminalize etmek için hazırlanmış bir yasa tasarısı gündeme getirildi. Tasarıda LGBT düşmanlığı açıkça ifade ediliyor; kanun teklif taslağına göre Ceza Kanunu’na “biyolojik cinsiyet” ibaresi eklenecek. Kadınlara, LGBT’lere, bütün ezilen kimliklerin varoluşuna savaş açmış bu politikalar toplumda nefret ortamını körükleyerek bizler için daha güvensiz yaşam alanları inşa ediyor. Bu kapsamda Aile ve Sosyal Hizmet Bakanlığı Koordinasyonu’nun “aile yapısının korunması, güçlendirilmesi ve gelecek nesillere sağlam bir miras olarak aktarılması için” çalışmalar yürüteceğini de ekledi.
Birçok yerde söylenen “en az üç çocuk” vurgusunun, genç evliliği teşvik için yapılan yardımların, boşanmayı zorlaştırarak nafaka hakkına göz dikilmesinin, kadınları kamusal yaşamın dışına itecek söylemlerin altında uzun bir süredir kadınları hapseden bir kurum olarak devletin en küçük birimi “kutsal aile”yi korumak yatıyor. Denilebilir ki, beis nedir bunda? Aileyi korumak, o ailede bulunan her bireyin sağlıklı bir yaşam sürmesini sağlamak devletin görevidir. Görevini yapacağını ilan etti bir kez daha devlet! Ama öyle olmadığını bugün çürümüş, yozlaşmış bu düzenin küçük bir temsili olan “ailelerin” çöküşüyle görüyoruz. Özgür seçimlere, eşit birlikteliklere dayanmayan bugünün aile kurumu, krizin derinleştiği ve şiddetin toplumun can damarlarına kadar işlediği bugünün toplumsal koşullarında tıpkı kapitalist sistem gibi son çırpınışlarını yapıyor. Dağılmaya yüz tutmuş bu aile yapısını “kutsallaştırmak” bu nedenle devletin en acil görevlerinden biri haline geldi.
Devlet ile aile arasındaki sıkı sıkıya bağlı bağ, ailenin korunmasının devletin korunması olduğu, güçlü ailelerin de güçlü devlet anlamına geldiği bir karşılıklı etkileşimi içeriyor. Birbirini besleyen ve birbirinden güç alan bu iki kurum için en belirleyici faktör bir zor aygıtı olarak devletin bekasını sağlamanın aileye yönelik de politikalar geliştirmekten geçtiğini gösteriyor. Erdoğan açıklaması sırasında vurguladı: Nüfus hızının son yıllarda düşüyor olmasından duyulan kaygı. Türkiye İstatistik Kurumu’nun raporuna göre nüfus artış hızının böyle devam etmesi durumunda Türkiye nüfusunun 2030 yılında 88 milyon, 2050 yılında 93 milyon olması öngörülüyor. 2050’lere kadar artması düşünülen nüfusun devam eden elli yıl içerisinde düşme eğilimi göstermesi bekleniyor; 2100’ler için öngörülen sayı 77 milyonun altında. Ekim 2024'te Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, doğurganlık hızının düşüş nedenleri ve artırılması konusunda neler yapılabileceğinin kapsamlı olarak araştırılması için 'Demografik Nüfus Yüksek Kurulu' oluşturulacağını açıklamıştı. Bütün bunlar kadınların bedeni ve doğurganlıkları üzerinden yapılan planların savaşacak yeni askerler oluşturmak için nasıl işletildiğini gösteriyor.
Aile kurulmasına teşvik, gençler üzerinden planlanıyor. Genç evliliği arttırmak için 18-28 yaş aralığında ve belirtilen şartları sağladığı takdirde gençlere aile kurmaları için kolaylıklar sağlanacağı, 150 bin liralık faizsiz kredi imkanı sunulacağı açıklandı. Ne kadar çok çocuk, o kadar fazla yardım! Peki ne oluyor da, tüm bunlara rağmen gençler için aile kurmak geçmiş yıllara göre daha az görülen bir planlamayken, evliliklerde boşanma oranları artıyor? Şüphesiz ki bunda en büyük etmen derinleşmiş kriz. Genç nüfus geleceksizlik ve işsizlik sarmalında her gün yaşam mücadelesi verirken, yoksulluktan üniversite eğitimini yarıda bırakmak ve çalışmak zorunda kalan öğrencilerin sayısı her geçen gün artarken, genç kadınlar güvensiz ve niteliksiz kampüslere, yurtlara mahkum edilirken gençlerden mutlu yaşayacakları bir “kutsal aile” tahayyülü ilan ediliyor. Bugün devletin çürümüşlüğünün en küçük birimi olarak cisimleşen aile kurumunu kurtarmaya 150 bin liralık krediler yetmeyecektir.
Her geçen gün artan kadın katliamlarının büyük bir çoğunluğu da, bugün güzellenen aileler içerisinde işlendi. Çocuk istismarı, en çok aile içerisinde görülüyor ve yine istismarın üzeri bu aileler tarafından örtülüyor. Kadınlar en çok ailelerinden erkekler tarafından ve boşanmak istedikleri gerekçesiyle hane içerisinde öldürülüyor. Kadınları ve çocukları baskı altına almış, kadın emeği sömürüsüne dayanan yemek, temizlik, çocuk bakımı gibi yaşamın akışı için zaruri olan bütün işleri kadına ücretsiz ve görünmez bir biçimde yüklemiş bugünün ataerkil aile düzeni, geleneksel aile yapısı üzerinden kadınları “eş”, “anne” gibi sıfatlara sıkıştırmak isterken, biz kadınlar yaşamın bütününü istiyoruz! Bin yıllardır süregelen erkek egemen düzeni yeniden üreten, koruyup geliştiren devlet erkek egemenliği aile içerisinde erkekler üzerinden sağlarken kadınların ikincil konumlarını pekiştiriyor.
Bedenimiz üzerindeki kararın bize ait olduğu, kaç çocuk yapacağımızdan kiminle nasıl yaşayacağımıza, aileyi kurmak kadar kurduğumuz ailelerden ayrılma kararımıza da saygı duyulacağı eşit ve özgür yaşayacağımız bir dünyayı mücadelemizle kuracağız.
1 Clara Zetkin, Lenin’in Tüm Dünya Kadınlarına Vasiyeti, Sorun Yayınları, Mart 1980 S. 41
Tilda Seyhun