Vefa Serdar tarafından geçtiğimiz yıllarda yazılmış olan bu makale, Uluslararası Lenin Sempozyumu'nda da, yoldaşı tarafından, Sempozyum'da sunulmuştur. Vefa Serdar'ın bu makalesini bir kez daha paylaşıyoruz:

Üzerinden bir asırdan fazla zaman geçtiği halde güncelliğini hâlâ koruyan; hâlâ hakkında yoğun tartışmalar yürütülen sayılı tarihsel olay vardır. Bunlardan biri ve belki de en başta geleni 1917 Ekim Devrimi’dir. Ekim Devrimi, sadece Rusya’da değil dünyanın her tarafında büyük gelişmelere itilim vermiştir; deyim yerindeyse dünya tarihini yeniden şekillendirmiştir.

Ekim Devrimi ile birlikte Proleter Devrimler Çağı açılmış, 20.yüzyılın ortasına gelindiğinde ise dünyanın çehresi bütünüyle değişmiş, sosyalizm dünyanın önemli bir kesitinde egemen hale gelmiştir. Bu kadar kısa bir süre içerisinde dünyanın bu kadar hızlı devrimci dönüşüme uğraması geleceğe dair umutların ne kadar hızlı boy verdiğini, “insanlığın gerçek tarihi”nin ha başladı ha başlayacak olduğunu müjdelemekteydi. Bir kez devinim başlamıştı ve öyle kolay kolay duracağı da yoktu. İnsanlık, daha önce 1789 Fransız Devrimini, 1848 Avrupa Devrimlerini ve 1871 Paris Komününü deneyimlemişti; ama sonuçları ve etkileri bakımından hiçbirisi Ekim Devriminin yarattığı sarsıntıyı yaratmayı başaramamıştı. Bunda Ekim Devrimine önderlik edenlerin iddiası önemli bir rol oynamış olsa gerekti. Bolşevikler, daha iktidarı ele geçirmeden önce kuracakları işçi sınıfı iktidarıyla sömürüyü ortadan kaldıracaklarını ardından da sınıfsız, devletsiz, sınırsız bir dünya kuracaklarını iddia ediyorlardı.

Söylemek, iddia etmek bir şeydi; söylediğini yapmak, hayata geçirmek başka bir şey. Bolşevikleri dönemin diğer devrimcilerinden ya da sosyalistlerinden ayıran temel şey, söylediklerini ne olursa olsun hayata geçirmekte gösterdikleri ısrarlı, kararlı çabaydı. Ve tabii devrime pratik yaklaşma konusunda bir dahi olan Lenin gibi bir öndere sahip olmalarıydı. Onun sayesinde bir yönüyle tarih hızlanmış; farklı bir dinamizm kazanmıştır.

Lenin tarafından geliştirilen parti öğretisi bu dinamizme örgütlü bir karakter kazandırmada başat bir rol oynamıştır. Lenin, daha 1902 yılında yazdığı “Ne Yapmalı?” adlı eserinde işçi sınıfının kendiliğinden eylem içerisinde ancak ekonomist/sendikalist bir bilince ulaşabileceğini, işçi sınıfına siyasal bilincin dışarıdan taşınması gerektiğinin altını çizmiştir. Ve özünü işçi sınıfının kurtuluşunun önünü açacak olan siyasi iktidarın ele geçirilmesinin oluşturduğu “siyasal bilincin”, işçi sınıfına ancak sıkı örgütlenmiş, disiplinli bir “profesyonel devrimciler örgütü” aracılığıyla taşınabileceğine vurgu yapmıştır. Bu anlamıyla Rusya’da eskiden beri varolan Dekabristlerden de, legal Marksistlerden de, Narodniklerden de kesin bir kopuş yaşanmasını da sağlamıştır. Aslında Lenin’in ortaya koyduğu örgüt anlayışı, onun öncülü olan Engels’in yıllar önce söylediği “yoksulların bağrında saklı olan sosyalizm düşüncesi”ni açığa çıkaracak olan, devrim yapma iradesiydi. Ve Lenin o yıllarda bütün zamanını bu iradenin hazırlanmasına hasretmiştir dersek yanlış olmaz. Tüm düşünceleri, tüm davranışları, tüm eylemi buna yönelmişti; deyim yerindeyse gözü devrimden başka bir şey görmüyordu. Önceleri aynı saflarda mücadele ettiği fakat 1903’teki II. Kongre’den sonra yollarını ayırdığı Menşevik Dan’ın adeta itiraf niteliğinde olan şu sözlerinde olduğu gibi: “...dünyada onun gibi yirmi dört saat devrim için çalışan, devrimden başka bir şey düşünmeyen, uyuduğu zaman rüyalarında bile sadece devrimi gören başka kimse yok. Böyle bir insanla nasıl başa çıkılır.” (Akt, Gerard Walter, LENİN. Nisan Yay, sf.228-229). Lenin, onların gözünü o derece korkutmuştu ki, “Tek kişi herkese karşı, bu bir çılgınlık! Partiyi mahvediyor! Ortadan kaybolsa, ölse ne büyük bir mutluluk olur.” (age, sf.228) bile diye biliyorlardı. Lenin, Partinin kurulmasından, parti yayın organı Iskra’nın çıkarılmasına, program tartışmalarından tüzük tartışmalarına kadar her konuda belirleyici bir role sahipti. Bu anlamıyla bir kişinin kaderiyle bir partinin kaderi ve devrimin kaderi neredeyse özdeşleşmiş oluyordu.

Lenin’i Lenin yapan en önemli özelliği, en kritik zamanlarda en doğru kararları verebilmesiydi. O, her zaman işçi sınıfına ve emekçi halka sonsuz bir güven duyuyor; bir politikayı öne sürerken sınıfın geri unsurlarının bilinç seviyesine göre değil en ileri unsurlarının bilinç seviyesine göre hareket ediyordu. Bu kriter onu hata yapmaktan alıkoyuyordu. Olayları ve olguları durağan olarak algılamıyor, kalıpçı düşünmüyor; ezberlenmiş formüllerle hareket etmiyor, “canlı Marksizmi ölü metinlere feda” etmiyordu. Her an gelişen, değişen şartları göz önünde bulunduruyor; sınıflar savaşımının gelişimini, sınıflar arasındaki güç ilişkilerini anı anına tahlil ediyor, bilindik söylemle her defasında “somut durumun somut tahlili”ni yapıyor, bu tahlil sonucunda olay ve olguların olası gelişme yönünü, eğilimini kolayca bulup çıkarabiliyordu. “Somut siyasal amaçlar, somut koşullar içerisinde belirlenmelidir. Her şey görelidir,her şey akıp gider ve her şey değişir.” diyordu. Özcesi Lenin diyalektik düşünebilmesi sayesinde olay ve olguları diyalektik, devrimci bir bakış açısıyla ele alıyor; onların içinde başkalarının baktıkları halde göremediği yönleri, bunların çatışmalarını ve bu çatışmalar sonrası ortaya çıkan ana doğrultuyu görebiliyordu. Ve hiç vakit geçirmeksizin izlenmesi gereken yolu önce yoldaşlarının önüne sonra da yığınların önüne serimliyordu. Zaman zaman yoldaşlarıyla da ters düştüğü olmuyor değildi; ama bu yeri geldiğinde onu partiden istifaya kadar götürse bile doğru bildiğinden şaşmıyor, bakış açısı bir pusulanın iğnesi gibi hep devrimi gösteriyordu. Lenin devrimin kurallarını ve devrimin yasalarını her şeyin üstünde tutuyordu. Kişisel dostluklarını da, yoldaşlarıyla ilişkilerini de hep bu bakış açısı belirliyordu.

Rusya’daki üç devrim dönemi boyunca (1905 Devrimi, 1917 Şubat Devrimi ve 1917 Ekim Devrimi) tarih onun strateji ve taktik dehasına defalarca şahit olmuştur. Değişen koşulları ve güç dengelerini hızla tahlil edip gerektiğinde taktikleri gerektiğinde de stratejiyi değiştirmeyi bilmiştir. Sık sık Goethe’nin Faust’undan o ünlü sözü hatırlatmadan duramamıştır: “Gri teoridir dostum; ama yeşil yaşamın sonsuz ağacıdır.” Lenin, eğer böyle yapmamış olsaydı “eski”ye, “formüller dünyası”na takılı kalırdı ve “Rusya’ya Marksizmi getiren kişiler” olarak bilinen Plehanov, Zazuliç gibi isimlerin bir adım ötesine gidemezdi.

Lenin’in devrim konusundaki bu tezcanlılığı yıllar sonra, onun ve yoldaşlarının büyük çabalarıyla yaratılan Sovyetler Birliği dağılırken tarihi anlamaya çalışmak yerine tarihi yargılamaya kalkan bazı aklıevveller tarafından sözümona eleştirilmeye çalışılmış; başta Lenin ve Stalin olmak üzere Bolşevikler, “iradi zorlama ile henüz koşulları oluşmamış bir devrime erken doğum yaptırmak”la suçlanmışlardır. Bazıları daha ileri giderek Ekim Devrimi’ni “bir yol kazası”, “tarihin akışında bir sapma” olarak niteleme noktasına kadar düşmüşlerdir. Oysa “zamansız devrim”in ol(a)mayacağını söyleyen, “Şu halde dünyada hiçbir Bolşeviğin, en derin siyasal ve iktisadî nedenler proletaryayı harekete geçirmedikçe, ne üç, hatta ne de bir tek ‘halk hareketini’ ‘tahrik edemeyeceğini’(...)anlamak o kadar güç müdür?” diye soran Lenin’in kendisidir. Kuşkusuz bir devrim ancak üretici güçlerin o güne kadar içinde hareket ettikleri üretim ilişkileriyle çelişmesiyle, üretim ilişkilerinin üretici güçleri geliştirmek şöyle dursun onların engeli haline gelmesiyle ortaya çıkar. Elbette “İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yokolmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar”( K.Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Önsöz). İşte ancak böyle maddi bir zemin üzerinde Lenin ve Bolşevik Partinin faaliyetleri sonuca götürücü olmuştur. Onlar sadece bir, deyim yerindeyse, maya işlevi görmüşlerdir. Uygun zamanda, uygun koşullarda “Dün erkendi, yarın geç/Vakit tamam bugün” dediler ve her zaman onların kendilerine temel aldıkları işçiler ve emekçiler:

 

“...bir çocuk gibi iştahlı

ve rüzgâr gibi cesur

Kışlık Saraya girdiler

Demir, kömür ve şeker

ve kırmızı bakır

ve mensucat

ve sevda ve zulüm ve hayat

ve bilcümle sanayi kollarının

ve küçük ve büyük ve Beyaz Rusya ve Kafkasya, Sibirya ve Türkistan,

ve kederli Volga yollarının

ve şehirlerin bahtı

bir şafak vakti değişmiş oldu.

Bir şafak vakti karanlığın kenarından

Karlı çizmelerini onlar

mermer merdivenlere bastıkları zaman…”

 

Yani Lenin ve Bolşevikler, bir komployla ya da darbeyle iktidarı ele geçirmediler. Varolan sınıf mücadelesi içinde işçi sınıfı ve emekçileri örgütleyerek, bilinçlendirerek, parti politikaları etrafında birleştirerek; onlara hemen bir adım önlerinde yürüyerek öncülük ederek zafere ulaştılar. Olayların gelişiminden öğrendiler; sınıfın içerisinde yer alarak sınıfın kendisinden öğrendiler; karşıtlarının hareketlerini gözlemleyerek yeri geldi onlardan öğrendiler. Tarihsel olanla güncel olanın bağını iyi kurdular; daha önceki devrim deneyimlerinden öğrendiler. Marx ve Engels’ten, onların teori ve pratiklerinden öğrendiler. Sonuçta kitleler içerisinde kök salmayı; küçük bir parti iken milyonlarla kucaklaşmayı başardılar. Örgütlü bir gücün doğru, devrimci politikalarla ve taktiklerle sınıfa ve kitlelerin arasına gittiğinde, örgütlenmeyi bildiğinde bir güç örgütü haline gelebileceğini bütün dünyaya gösterdiler.

Özellikle Şubat Devrimi ile Ekim Devrimi arasında geçen 8 aylık süreçte Lenin ve yoldaşları ilkelerde tutarlılığın, politik kıvraklığın ve pratik girişkenliğin en güzel örneklerini sergilediler. İşçi sınıfı ve emekçi halklara ideolojik, politik ve pratik önderliğin nasıl yapılması gerektiğini tarihsel bir miras olarak bıraktılar. Marksizm, hiç kuşku yok, bir çok alanı kapsayan bir bilimdi; öğretiydi. Lenin bu bilimi/öğretiyi hayata geçiren, bu anlamıyla somutlayan pratisyen oldu. Lenin, bütün yaşamı boyunca devrim sorununa teorik yaklaşmadı; elbette “devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” diyen oydu. Ama çubuğu her zaman pratikten yana büktü ve teoriyi pratiğin sorunlarını çözümlemek ve pratiğin yolunu aydınlatmak için kullandı. “Rusya’da Kapitalizmin Gelişim Özellikleri”ni ya da “Ne Yapmalı?”yı yazarken de, “İki Taktik”i ya da “Nisan Tezleri”ni; “Devlet ve İhtilâl”i ya da “Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Gelişme Aşaması”nı ve daha onlarca eseri yazarken de bütün düşüncesi buydu. “Bir devrim deneyimi yaşamak onlarca devrim programı yazmaktan iyidir” diyordu.

Günlük yaşamı bütün yönleriyle, bütün çeşitliliği içerisinde yaşarken kafası devrimin sorunlarına yoğunlaşabiliyor; canlı sezgiyle somut olaylardan teorik soyutlamalar yapabiliyor ve bu soyutlamaları yaşamın gerçekliği içerisinde yeniden somutlayabiliyordu. “Eğer düş gören kimse düşüne ciddi olarak inanırsa, yaşamı dikkatle gözler, gözlemlerini gökte kurduğu şatolarla karşılaştırırsa ve eğer genel olarak söylemek gerekirse, düşünün gerçekleşmesi için bilinçli olarak çalışırsa düş ile gerçek arasındaki ayrılığın hiçbir zararı olmaz. Düşlerle yaşam arasında bir bağ varsa her şey yolundadır,” diyordu. İşte Lenin’i aynı zaman diliminde birlikte hareket ettiği siyasi önderlerden ayıran en önemli özelliği buydu. Bu nedenledir ki, insanlığın o büyük düşünü gerçekliğe dönüştürebilen sınıfın ve partinin, devrimin lideri olabildi; ideoloji onun adıyla da anılır oldu.

Bugün birileri Marksizmden bahsederken Leninizmden de bahsetmek zorundaysa, bunda onun yazdığı devasa eserlerinin yanı sıra en büyük yapıtı olan Ekim Devrimi’nin ağırlığı vardır.

Şunun da altının kalın çizgilerle çizilmesi gerekiyor: Şüphesiz Ekim Devrimi sadece Lenin’in ve Bolşeviklerin düşüncesi ve faaliyetleriyle, tezcanlılığıyla izah edilemez; ama onlarsız da izah edilemez. Bir büyük düşün gerçekliğe dönüşmesi için onların tarih sahnesine çıkması gerekiyordu. Çıktılar ve tarihe kıpkızıl bir şerit çektiler. Onu oradan almaya ya da izlerini silmeye hiç kimsenin gücü yetmeyecektir.

Gelecek, düş kurmaya devam eden; düşünü gerçekleştirmek için var gücüyle çalışan; hem teorik hem de pratik olarak, o kızıl şeridi takip edenlerin ellerinde şekillenecektir.

Vefa Serdar