Birileri daha hala Türkiye'de faşizm var mı yok mu tartışması yapadursun, toplum yaşamının bütün gözeneklerine çöreklenmiş bir faşizm gerçekliği ile karşı karşıyayız. Birbiri ardısıra çıkarılan yasalardan tutun da, insanların yaşam biçimlerine müdahaleye kadar her yerde bunu görmek mümkün.
Faşizmin bu biçimi yani dinci faşizm, öncekilerden bazı tonlarda ayrışıyor. Kalıplarla düşünenler hemen "faşizm bir devlet biçimi değil mi? Şimdi farklı olan ne?" diye soracaklardır. Elbette "faşizm bir devlet biçimidir" ve "finans-kapitalin en gerici, en şovenist, en emperyalist unsurlarının açık terörist diktatörlüğüdür". Bu diktatörlük, bazen milliyetçilik, bazen din sosuna bulanır; bazen parlamenter bazen cunta biçimlerine bürünür, ama içeriği değişmez; devlet bir kez faşistleştirildikten sonra diktatörlüğün nasıl uygulanacağı zamana ve koşullara göre değişir o kadar. Sadece akılda tutulması gereken, faşizmin bir politika olmadığı, yıkılmasının da bir devrimi gerektirdiğidir.
Peki bugünkü dinci faşizmi öncekilerden ayıran tonlar nelerdir? Her şeyden önce yasama, yargı ve yürütme arasında geçmişte olduğu varsayılan güçler ayrılığı prensibi, dinci faşizmle birlikte tek bir elde toplanmıştır. Artık parlamento hiçbir şeydir; ama "tek adam" herşeydir. Ülke "tek adam"ın çıkardığı kararnamelerle yönetilmektedir. Bu kararnamelerin hangi konularda çıkarıldığına şöyle bir bakmak bile, toplum yaşamının kılcal damarlara varıncaya kadar nasıl bir cendere içine alındığını göstermeye yeter.
Yine yargının, onların deyimiyle "adalet sistemi"nin içinde bulunduğu durum ortadadır. Kimin hakkında dava açılıp açılmayacağından tutun da, kimin tutuklanıp tutuklanmayacağına, kimin ne kadar tutuklu kalıp kimin salınacağına, kimlerin affedilip kimlerin affedilmeyeceğine kadar herşey tek bir merkezden karara bağlanmaktadır. Hangi TV ya da basın-yayın kuruluşunun kapanıp hangilerinin kapanmayacağına, hangi gazetecilerin akredite olup hangilerinin olmayacağına artık tek bir kişi karar vermektedir…
Örnekler çoğaltılabilir. Yine yürütmenin ne halde olduğunu artık sağır sultan bile duymuş durumdadır. "Polisimizin elini soğutmayalım" sözü, herşeyi özetlemeye yeter; ama polis yetki ve selahiyetlerini düzenleyen kanunun polise açıktan öldürme yetkisi verdiğini; polisin doğrudan İçişleri Bakanlığına, bakanın da doğrudan "tek adam"a bağlı olduğunu belirtelim.
Bunların yanısıra üniversitelere rektör atama, Yüksek Öğrenim Başkanı'nı seçme, Merkez Bankası Başkanı'nı atama ve görevden alma, Diyanet İşleri Başkanı'nı atama ve görevden alma yetkisinin yine "tek adam"da olduğunu, "tek adam"ın bu kurumlara ve bu kurumların başındaki kişilere zaman zaman ayar verdiğini bilmeyen yok. Yine "tek adam"ın lüzum gördüğünde ülkenin bütün belediye başkanlarını, muhtarlarını vb Saray'da topladığı, burada onlara "yol haritası" sunduğu herkesin malumu. Daha olmadı "Ulusa Sesleniş" adı altında güncel durum ve gidişata yönverildiği, belli bir partinin politikaları doğrultusunda toplumun şekillendirilmeye çalışıldığı biliniyor. Bunların yanısıra sözcüler, grup başkanları veya vekilleri aracılığıyla politikalar geniş kesimlere yayılmaya; çeşitli biçimlerde yapılan algı operasyonları ile herşey olduğundan çok farklı gösterilmeye, çok bariz başarısızlık örnekleri bile büyük başarılar olarak sunulmaya çalışılıyor.
Dışarıdan bakan bir göz, otomobilin en zor etaplarda dahi çok ehil bir şoförün elinde hedefine başarıyla ilerlediğini söyleyebilir. Yerli uçak yapımından tutun da uzaya çift şeritli yol yapımına kadar her şey bu "başarı" öykülerinin örnekleridir! Hatta bu konularda dünyanın bizi kıskanacağı bir noktaya gelmişizdir; ekonomi tıkırındadır! İMF bizden borç istemiştir biz de vermişizdir! Koronavirüse karşı herkesten önce tedbirler aldığımız için ölüm oranları o kadar yüksek değildir! Sağlık hizmetleri konusunda kimse elimize su dökemez! vb vb. Bütün bunlar Nazi propaganda bakanı Gobels'e taş çıkartacak bir maharetle topluma yedirilmeye çalışılır. Bir yandan camilerden sesli vaazlar verilir; insanlar büyük bir tevekkül içinde başlarına gelen felaketlere katlanmaya çağrılır. Başımıza gelen musibetlerin nedeni olarak dinden uzaklaşma gösterilir. Ne kadar başarısızlığımız varsa nedeni dışarıda aranır; "dış güçler", "üst akıl" vb tekerimize taş koyup "beka sorunu"na neden olmasa şanlı Osmanlı'nın o ihtişamlı günlerine ulaşmamız işten bile değildir! "Türkiye artık o eski Türkiye değildir; 2023 hedeflerine (ne ola ki?!) kararlılıkla ilerlemektedir" vb vb...
Bu arada yardımlaşma dernekleri, kurumları vb "yüksek vefa" örneği olarak oradan oraya seğirtmektedir; nerede kimin ihtiyacı varsa devletin eli oraya uzanmaktadır! Hayırsever işadamları, herkes elini taşın altına koymuştur; ama ah şu özel bankalar yok mu, onlar hiç halden anlamamakta, hiç fedakarlıkta bulunmamaktadır! Toplum, sadaka kültürüne alıştırılmaya çalışılmaktadır; bir yandan işsizliğe, yoksulluğa açlığa itilirken, bir yandan da doğru tanımıyla açlıkla terbiye politikası izlenmekte; aç kalan ya da aç kalma korkusu yaşayan milyonlarca insan kendilerine parti-devletçe uzatılan ele canhıraşça sarılmaktadır. Bu şekilde geçmişten beri dinci olan, ama önceki faşist iktidarlar tarafından faşizmin kitle tabanı haline getirilememiş belirli bir kitle de dinci faşizme yedeklendi.
Buna rağmen seçimlerde istenilen sonuçlar alınamıyor mu, o zaman seçimler geçersiz sayılmakta, olmadı seçim sonuçlarına önceden ipotek konulmakta, sonrasında da "gereği yapılmaktadır". Böylece insanlar "tek seçenek"e mahkum edilmekte, buna karşı çıkanlar hapsi boylamaktadır. Uygulanan bu politikalara karşı mı çıktınız, daha hafifi muhalefet mi ettiniz, daha hafifi eleştiride mi bulundunuz, gece kapınızı çalan sütçü olmayabilir! Sosyal medya üzerinden hükümete, Saray'a yapılan bir eleştiriyi retweet mi yaptınız, gün akşam olmadan tutuklanma talebiyle mahkemeye sevkedilebilir, soluğu F Tipi cezaevinde alabilirsiniz! Dahası "gizli tanık" ifadeleriyle hiç alakanız olmayan "fiiller"le ilişkilendirilebilir, ağır cezalara çarptırılabilirsiniz… "Devlet aklı"nı beğenmiyor musunuz; bir şeylerin iyiye gittiğini düşünmüyor musunuz; örneğin savaş istemiyor barış mı istiyorsunuz, "vatan hainliği" ile bile yargılanabirsiniz.
AKP ilk iktidara geldiği yıllarda tam bir mağduriyet edebiyatı üzerinden politika yürütüyordu; güya askeri vesayete karşı çıkıyor, "Türkiye'nin muasır medeniyetlerin de üzerine çıkması için" vargücüyle mücadele edeceğini, "işkenceye sıfır tolerans tanınacağını" vb söylüyordu. Partinin isminin Akape değil de AK Parti olarak telafuz edilmesine dikkat ediyorlardı. Sadece hükümet değil iktidar olabilmek için bunların hepsi üzerinde önemle duruyorlardı.
Toplum mühendislerinden, think-tank kuruluşlarından aldıkları tüyolarla topluma yön vermeye çalışıyorlardı ve açık ki bir çok konuda pragmatist davranıyor; takiyye yapıyorlardı. Yani gerçek renklerini belli etmeden, kimseyi ürkütmeden hedeflerini sürece yayarak gerçekleştirmeyi planlıyorlardı. Bu konuda gerekirse şeytanla bile işbirliği yapabilirlerdi! Önce Avrupa Birliği masallarıyla insanları kandırdılar; Avrupa Birliği Uyum Kriterleri ile oltaya takılmayı bekleyenleri de avlayarak yollarına devam ettiler. Eskinin partilerinden, siyasetçilerinden vb bıkmış olan ve ekonomik ve siyasi kriz ortamında çıkış arayan insanların teveccühlerine mazhar oldular; devlet mekanizmasının içine önceki hükümetler döneminde yerleştirilmiş islamcı kadroların ön açıcılığıyla hızla palazlandılar. Devlet kurumlarının siyasal islamcı kadrolarla doldurulması süreci AKP ile birlikte ivme kazandı ve deyim yerindeyse zirve yaptı. Geçmiş burjuva partilerinden farklı olarak AKP, avanesiyle birlikte devletin merkezine yerleşti ve siyasal islamı iktidar odağı haline getirdi.
Uzun yıllardır devrimci durumun baskısıyla iyice dağılmış durumda olan devlet iktidarı AKP'nin devletin merkezine yerleşmesi ile geçici bir süre de olsa konsolide oldu. İşte dinci faşizm, bu süreçte devlet imkanlarını sonuna kadar kullanarak hızlı bir şekilde örgütlendi. Dinci vakıflar, yurtlar vb hızlı bir şekilde kurumsallaştı. MÜSİAD'ın kuruluşuyla sürecin bir diğer ayağı da tamamlandı. Varolan ayrıcalıklarını kaybetmek istemeyen eski tekeller, finans kuruluşları kendi egemenliklerine dokunulmadığı sürece buna karşı çıkmadılar ve hatta "devletleri"nin bütünlüğü için AKP politikalarına destek verdiler. Böylece siyasal islam, devlet bütünleşmesi daha üst noktalarda gerçekleşti. Hükümet önemli özelleştirme ihalelerini bu tekellere sunmak suretiyle aslında varolan tekellerin egemenliğiyle bir sorunu olmadığını da göstermiş oluyordu. Aynı süreçte "Büyük Ortadoğu Projesi"nin eşbaşkanlığına soyunma gayreti bu tekellerin de iştahını kabarttı. "Yeni Osmanlıcılık", hepsinin ortak uzlaşma noktası oldu. Konumuz olmadığı için burada Fethullah-AKP çatışmasına girmeyeceğiz; ama "Türk tipi başkanlık sistemi"ne geçişle birlikte artık Türkiye'nin farklı bir dönemeçte olduğunu söylemekle yetinelim.
Elbette bunlar devlet kat'ında ya da siyasi iktidar alanında yaşanan gelişmelerin çok kısa bir özeti. Konuyu sadece bu yönüyle ele alırsak eksik bırakmış oluruz. Bir de işçi ve emekçiler cephesinde, devrim cephesinde yaşanan gelişmelere bakmak gerekir. Sözü fazla uzatmamak için, bu süre içinde dinci faşizm, ne kadar yol almaya çalışmış olsa da, ensesinde her zaman devrimin yakıcı soluğunu hissetti demek yeterli olacaktır.
İnişili çıkışlı da olsa işçilerin, emekçilerin, yoksul Kürt halkının, alevilerin, kadınların ve gençlerin huzursuzluğu, öfkeleri ve eylemleri bu süre boyunca hiç durmadı. Dinci faşizmin sinsi bir şekilde her tarafa sıvaşmasına karşı ezilen ve sömürülen insanlar mücadele etmeye devam ettiler. Kendi içlerinde mücadeleyi düzen sınırları içinde tutmak isteyenlere karşı da mücadele ederek devrimci bir damar çıkarmayı başardılar. İşte şimdi bu her tarafa sıvaşmaya çalışan dinci faşizmin, kendisine asıl tehdit olarak gördüğü bu kesimdir. Bu nedenle zor'un her türüne başvurarak bu kesimi sindirmek istiyor. Bu nedenle kendi paramiliter güçlerini hazırlıyor. En son infaz düzenlemesiyle yüzbine yakın adli suçluyu dışarı bırakmalarını da bundan ayrı düşünmemek gerekiyor.
Dinci faşizmin bütün bu hazırlıkları karşısında "yaşayan tarihin diyalektiği"ne inananlar, yüzlerini geçmişe değil geleceğe dönerek, dünya üzerinde gelişen devrimci dalgayı yakalayarak yola devam etmeli ve gelişmeler karşısında işçi ve emekçilerin çaresiz olmadıklarını pratik olarak göstermelidirler.
Her yere sıvaşmaya çalışan dinci faşizmi kazıyıp atmanın yolu, hiç şüphesiz toplumsal bir devrim için sağlam bir şekilde örgütlenmektir. Bu korona günlerinde bunun koşulları ortadan kalkmamış tersine daha da artmıştır.
Ali Varol Günal