“Devrim içinde ve devrim için her şey
Devrim dışında ve devrime karşı hiçbir şey”
Fidel Castro
Özgürlük arayışı... İnsanın en ilkel dönemlerinden bugüne en temel, en varoluşsal sorunlarından birisi. Ve elbette bir makale oylumuna sığdırılamayacak bir konu.
Tek bir tanımı olmayan, tanımları dönemden döneme ve hatta kişiden kişiye değişebilen bir kavram: Özgürlük. Ona ilişkin ilk öğrendiğimiz şey bir sınırının olmak zorunda olduğu; sınırsız olamayacağı... Hatta belki de bir çoğumuzun ona dair ilk öğrendiği aforizma: “Birinin özgürlüğünün sınırları başkasının özgürlüğünün sınırlarının başladığı yerde biter!”. Sanırsınız tarla sınırı mübarek; mezuroyla ölçülmüş, belirlenmiş; allah muhafaza dışına taşarsanız kan bile dökülür!
Özgürlüğün sınırları bazen ticaretle (ekonomiyle), bazen devlet sınırlarıyla, bazen güç ilişkileriyle, bazen sosyal statüyle, bazen hukuk kurallarıyla, yasalarla, mahkemelerle, yürütme erkiyle, siyasi iktidarla; bazen aidiyet ilişkileriyle, toplum sözleşmesiyle, karşılıklı anlaşmalar ve mutabakatla, bazen gönüllülük ilişkileri çerçevesiyle vb belirlenmiştir. Ama kavramın kendisinin evrimi ekonomik, sosyal ve siyasal ilişkilerin evrimiyle atbaşı gitmiştir dersek yanlış olmaz.
Şimdilik bu grizgahı kısa tutarak konuyu ele almaya neden gerek duyduğumuza geçelim. Son zamanlarda kavramın kendisi yeniden tartışılmaya başlandı. Aslında hiç bir dönem tartışma güncelliğini yitirmemişti; ama son süreçte biraz daha fazla aktüelleşti dersek daha doğru olur. Bunun nedenleri de ayrıca tartışılabilir; ama emperyalist-kapitalist sistemin tıkanması ve insanlığa kan ve gözyaşından başka verecek birşeyinin kalmaması, daha bilimsel bir söylemle tarihsel sınırlarına gelip dayanmasıyla ilgili olduğunu söylemekle yetinelim. Dolayısıyla insanlık bir arayış içinde; en azından varolan “karmaşa”dan çıkabilmek için... Arayış içinde olanlar önlerine ancak çözebilecekleri sorunları koyabiliyorlar; fazlası “ütopya” oluyor. Önlerine çözebilecekleri sorunları koyanlar da sorunların nasıl çözülebileceğine ilişkin bugüne kadar ortaya konmuş olan önermelere, pratiklere vb bakmak zorunda kalıyorlar. Ve Marx’ın o dahiyane sözü burada devreye giriyor: “Komünizm(...) tarihin çözülmüş bilmecesidir ve kendini bu çözüm olarak tanır”. Bu nedenledir ki, özgürlük ya da modifiye edilmiş haliyle özgürlükçülük tartışılan her yerde devreye Marksist düşüncenin girmesi kaçınılmaz oluyor.
David Harvey’in “Sosyalistlerin özgürlüğün baş savunucuları olması gerekir” başlıklı makalesinden sonra konu kendini yeniden gündeme taşıdı diyebiliriz. Başlığın kendisi “değiller mi zaten?” sorusunu hakettiği için konu tartışılmaya ihtiyaç duyuyor.
Evet ne yazık ki, emperyalist-kapitalist düşünce kuruluşları, “sosyalizmin özgürlükçü olmadığı”, hatta “totaliter olduğu” yaftasını sosyalistlerin / komünistlerin boynuna asma başarısını gösterdiler. Buna sol içindeki bazı aklıevveller de çanak tutunca, ortaya tuhaf bir manzara çıktı. Sözümona “özgürlükçü” kapitalizm (serbest piyasa), “baskıcı” sosyalizme (planlı ekonomi) karşı!
Buradan ne teoriler üretildi sormayın gitsin! Reel sosyalizm, “özgürlükçü” olmadığı için yıkılmıştı! Sosyalizm, birey özgürlüğünü yokediyordu! Çok partili sistemlerde (kapitalist dünya) özgürlük ve demokrasi vardı, tek partili sistemlerde (sosyalist dünya) baskı ve diktatörlük! Sosyalist dünyanın dağılması, sosyalizmin geriye düşüşü de bu neoliberal şurekanın değirmenine su taşıyordu. Duvarlar yıkılıyor; “özgürlüğe aç insanlar”, hür dünyaya koşuyorlardı! “Proletarya diktatörlüğü”nün simgeleri her yerde devriliyordu; Lenin ve Stalin heykelleri yıkılıyor; komünizmin simgesi orak-çekiç her yerde lanetleniyordu! “Neoliberal globalizasyon”, “anarşizm”, “özgürlükçü sosyalizm”, “özgürlükçü batı”, “çoğulculuk”, “serbest piyasa sosyalizmi”, “birey özgürlüğü” dönemin moda kavramlarıydı...
Gerçi bunların hepsinin foyası kısa sürede ortaya çıktı; ama bu sürede tahrip edebildikleri kadarını tahrip etmişlerdi bile! Bir zamanlar Çekoslovakya’da Dubçek’in “güler yüzlü sosyalizm”, “68 Baharı” ve Polanya’da Leh Walessa’nın “Dayanışma Hareketi”nin yapabildiğinin kat kat fazlasını kotarmışlardı. “Sosyalizm yenildi”, “Özgürlükçü anlayışlar kazandı” yalanlarını her yana yayıyorlardı; ama tabii mumları yatsıya kadar bile yanmadı! Kısa sürede İngiltere’de Thatcher, ABD’de Reagan eliyle uygulanan kemer-sıkma politikalarıyla kapitalizmin ne kadar “özgürlükçü” olduğu daha iyice anlaşıldı. Ve sonrasında Afganistan ve Irak işgalleri, 11 Eylül provokasyonu ile başlatılan 3.Dünya Savaşı ve günümüzde adını Samuel P. Hungtington’dan alarak “Medeniyetler Çatışması” koymaya çalıştıkları Küresel İç-Savaş...
Neoliberal “özgürlükçü” anlayışların geldiği ve dünyayı getirdikleri nokta bu! Ama bizim “sol cenah”taki sosyalizme pamuk ipliği ile bağlı aklıevvellerimiz, “batı”nın bu salvoları karşısında kendilerini öyle bir “savunmacı” çizgiye hapsettiler ki, “planlama ve denetim”in özgürlüğün reddiyesi, “serbest girişim ve özel mülkiyet”i özgürlüğün temeli olarak lanse etmeye çalışanların karşısında teslim bayrağını çektiler.
Kendilerinden emin olmayan, duruşlarını başkalarının söylediklerine göre belirleyenlerin kaçınılmaz yazgısıdır bu! Çıkıp, “sosyalizm, birey özgürlüğünü yoketmez; tam tersine bireyin özgürlüğünün çok yönlü ve bütünlüklü gelişiminin koşullarını oluşturur; bireyi gerçek anlamda özgürlük yönünde motive eder” diyemediler. Niye? Çünkü özgür değiller; özgürlüğü içselleştirememişler; özgürlük her şeyden önce başkalarının aklıyla değil kendi aklınla düşünmektir de onun için.
“İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar; ama kendi keyiflerine göre değil; kendi seçtikleri koşullar içinde değil; doğrudan karşı karşıya kaldıkları, belirlenmiş olan ve geçmişden gelen koşullar içinde yaparlar...” Marksist belgisini unuttukları için. Marksizmde soyut bir “özgürlük” ve soyut bir “demokrasi” anlayışı olmadığını anlamadıkları için. Hâlâ proletarya diktatörlüğünün diğer diktatörlükler gibi bir diktatörlük olduğunu sanan / savunan insanlar / örgütler var ne yazık ki!
Konuya doğru / devrimci bakışın geliştirilmesi için herşeyden önce sınıfsal bakış açısından yaklaşmak gerekiyor. Sosyalist olmanın, komünist olmanın alameti farikası budur. Öyle olursanız, özgürlük ve demokrasiden bahsedilen her yerde “hangi sınıf” için sorusunu sormanız gerekiyor. Hangi sınıf için özgürlük, hangi sınıf için demokrasi? Buradan bakınca her demokrasinin bir sınıfın diktatörlüğü olduğunu ve proletarya diktatörlüğünün de proletarya için demokrasi (ve tabii özgürlük), burjuvazi için diktatörlük olduğunu, olacağını göreceksiniz.
Ve bir de, özgürlüğün keyfiyet değil Engels’in deyimiyle “zorunluluğun bilincine varmak” olduğunu... Ya da isterseniz Marx’ın “özgürlük alanı(nın), zorunluluk alanının geride bırakıldığı noktada başla”yacağına dair öngörüsüne bakabilirsiniz. Tabii hâlâ kendinizi Marksist olarak ifade ediyorsanız; birey(ci)leşme rüzgârına kapılıp uzak diyarlara savrulmadıysanız. Gerçek özgürlüklerin ancak sosyalizmin bizlere kazandıracağı serbest zamanda özgürce yaratıcı faaliyetlerde bulunarak, aklımızı ve yüreğimizi gerçek anlamda özgürleştirerek sağlanacağını, bunun zorunluluğunu kavrayarak, düşünüyorsanız...
Ali Varol Günal