Küba ile ilgili anlatılacak ne kadar çok şey var. Bunların hepsini yazıya döksek sanırız gazetemizin sayfaları yeterli olmayacak. Yine de ilginizi çekeceğini sandığım bazı ayrıntıları anlatmakta fayda olduğunu düşünüyorum.
Bunlardan ilki, Küba'da hiç kimsenin şu ya da bu nedenle herhangi bir ayrıcalığa sahip olmadığı... Toplumsal ya da siyasi statünüz ne olursa olsun, Küba'da farklı bir muamele göremiyorsunuz. Bunu ben ilk, göçmenlik bürosuna kayıt olmak için gittiğimizde gördüm. Evinde kaldığımız yoldaş, yasadışı bir iş yapıyor olmamak için, gittiğimizin ilk haftasında bizi kaydettirmek için göçmenlik bürosuna götürdü. Yani öyle Küba'ya geldiniz, dilediğiniz yerde dilediğinizce kalamazsınız. Birileri sizi yasadışı bir şekilde evinde konuk edip, üstelik sizden bu konaklama karşılığında para da alabilir. Böyle bir algılamanın önüne geçmek için, eski milletvekili olan Lazara yoldaş, bizi göçmenlik bürosuna götürdü; kaydolmamız gerekiyor...
Gittik, pek devlet dairesine benzemiyor; salaş bir yapı. Duvarında Che'nin gülen, çerçevesiz bir resmi asılı. Hava çok sıcak olduğu için vantilatörler çalışıyor. Adet olduğu üzere İspanyolca "en son kim?" diye soruyoruz. Biri elini kaldırıyor ve bundan sonra biz onu takip edeceğiz. Ondan sonra sıra bizim. Diyeceksiniz ki, yanınızdaki eski milletvekili; direkt görevliye gidip işlemlerini kısa sürede halledemiyor mu? Hayır; burası Küba, Türkiye değil. Türkiye'de olsa eski milletvekilinin gelmesine bile gerek yoktu. Hizmet, ayağına kadar gelirdi. Küba'da Lazara yoldaş, daha önce geçirdiği bir kazadan dolayı buraya kadar güçlükle geldi ve herhangi bir yurttaş gibi sıraya geçti ve bekliyor.
Hava sıcak ve bunaltıcı... Bizimle beraber bekleyenlerden biri, bir boşluk anında gidip görevliyle konuşuyor. Merak ediyoruz ne konuştuğunu; sıra bize gelince görevliye soruyoruz. Bu kişilerin Meksikalı olduğunu ve kendilerine yiyecek-içecek bir şeyler aldıklarını, bunları vermek istediklerini, kendilerinin de uygun bir dille reddettiklerini söylüyor. Yani Küba'da çaktırmadan da olsa rüşvet geçmiyor!
Sıra bize gelene dek bekliyoruz; biraz geç geliyor. Arkadaşlar, görevliyle konuşuyor; görevli gidip geliyor. Çevirmenimiz daha önce Küba'ya defalarca gelmiş; aynı evde defalarca kalmış; ama bizim için sorun var. Deyim yerindeyse biz, "tavşanın suyunun suyu"yuz. Aynı sorunla havaalanında girerken de karşılaşmıştık; ama kısa sürede halletmiştik. Anlaşılıyor ki, yoldaşlar işi sıkı tutuyorlar. Öyle "Küba'ya turist olarak geldim; istediğim yerde kalırım" yok. Burada da her şeyin bir prosedürü ve uyulması gereken kurallar var. Kimi buna "bürokrasi" der, biz "güvenlik önlemi" diyelim. Gayet anlaşılabilir bir durum. Bürokrasi olsaydı, Lazara yoldaş işleri çoktan halletmiş olmalıydı. Sonra biz de bir şekilde kayıt oluyoruz ve Lazara yoldaş tekrar giderek, gerekli işlemleri hallediyor.
Küba'da dikkatimizi çeken bir diğer olay, Küba'yı oluşturan bütün milletlerin bir arada, kardeşçe yaşamasıydı. Hiç kimsenin bir diğerinden üstünlüğü yok. Küba'da Hispanic (İspanyol kökenli) olabilirsiniz, siyah (Afrika kökenli) ya da yerli farketmez; hepiniz Kübalısınız. Küba anayasası size eşit yurttaşlık haklarını tanımış. Resmi dil İspanyolca; ama bu başka dilleri konuşmanıza veya başka dillerde eğitim almanıza engel değil. Bir kez daha Nazım'ın dizeleri geliyor aklımıza: " hangisi ak hangisi melez hangisi kara seçemedim"... "gözleri birbirine öylesine benziyordu ki, her şeyleri de öylesine gözlerinde ki"... Herhangi bir yerde, herhangi bir devlet dairesinde ya da eğlence yerinde siyah, beyaz, melez Kübalılara rastgelebilirsiniz ve hepsi de kendinden emin, kendine güvenli... Kübalı olmanın, adayı abluka başta olmak üzere emperyalist- kapitalist saldırılara karşı savunuyor olmanın gururu ve onuruyla bakıyorlar size...
Evet, sizi Maique'yle tanıştırmanın zamanı geldi. Bir önceki sayımızda onunla resimlerimiz yayınlanmıştı gerçi. Tam adı Maique Lores Reyyes. Gerçek bir yurtsever ve gerçek bir komünist. Çiftçilikle uğraşıyor ve tarım alanındaki tüm gelişmeleri anı anına izliyor. Ablukanın yarattığı tahribatın fazlasıyla farkında; kendisine tahsis edilmiş topraklar üzerinde sebze, meyve ve hayvan yetiştiriyor. Bu konuda yaptığı çalışmalarla Küba devletinden ödül almış birisi... Hep sosyalizm için, Küba için daha fazla ne yapabilirim diye düşünüyor. Bize kendi ürettiği meyvelerden hazırladığı meyve sularından sunuyor ve kendi yetiştirdiği tavukların yumurtasından hazırlanmış enfes bir omlet hazırlıyor; bize bahçesini gezdiriyor ve yaptığı şeyleri gururla anlatıyor. Onun örneğinde biz Küba Devrimi'nin yenilmeyeceğini bir kez daha görüyoruz. Daha sonra ölümsüzleşen yoldaşlarımız için başka bir bahçeye dikeceğimiz avokado fidanını bahçesinden söküp getiriyor. Sosyalizmden, Küba'da sosyalizmin geleceğinden bahsederken gözleri doluyor...
Size bahsetmek istediğimiz bir diğer insan, Abuelo (dede)... İsmi: Banifasyo Faba. Çevirmen yoldaşımızın gide gele artık ailesinden biri olduğu Abuelo, yaşını hiç mi hiç göstermiyor. 90'ına merdiven dayamış olmasına rağmen rahatlıkla "orta yaşlı" diyebilirsiniz. Yıllar yılı Fidel'in korumalığını yapmış (Bu görevini, Fidel ölünce doğal olarak, bırakmış); ama bunu bizim çevirmen yoldaşımız dahil hiç kimse bilmemiş. Abuelo, bunu bir sır gibi saklamış.
Abuelo, devrime katılmış birisi… Ona devrimle ilgili sorular soruyoruz. Silahlı bir müfrezenin askeriymiş. Batista'ya karşı mücadelenin kolay olmadığını ve zaferin kolay kazanılmadığını söylüyor. "Bizim liderimiz çok iyiydi; Fidel gibi bir önderimiz vardı" diyor. Devrimi bizzat yaşamış birinden dinlemek bizleri bir hayli duygulandırıyor. Abuelo'nun bir oğlu doktor. Şu anda Meksika'da "gönüllü doktor" olarak çalışıyor. Yani Küba devletinin Latin Amerika'ya gönderdiği binlerce doktordan biri... Banifasyo Faba ve eşi Mindalya ile ve torunlarının harika çocukları ile unutulmaz dakikalar yaşadığımız evden güçlükle ayrılıyoruz...
Küba'da olduğumuz süre içerisinde gezmek için de zamanımız oldu elbette... Küba'ya daha önce defalarca kez gelmiş olan çevirmen yoldaşımız, bizi Havana'da görülmesi gereken yerlere götürdü. Eski Havana'yı da gezdik birlikte... Burasının tarihi dokusuna neredeyse hiç dokunulmamış; kiliseler vb olduğu gibi duruyor. Eski bir bina opera salonu haline getirilmiş ve ünlü bir balerin olan Alicia Alonso'nun ismini almış. Muhteşem binanın içinde bir balerin heykeli estetik zarafetiyle insanlara sosyalizmin sanata verdiği değeri gösteriyor adeta... Eski Havana'da kitapçılar, küçük alışveriş merkezleri, barlar, cafeler gırla... Sokaklarda hiç eksik olmayan müzik sesleri; salsa, çaça... Bir yerde Sanço Panço'nun heykelini görüyoruz; eski tellerle ustalıkla yapılmış. Biraz şaşırıyoruz; çünkü biz hep Don Kişot heykelleri görmeye şartlanmışız (gerçi, sonra onu da görüyoruz), Sanço Panço'nun heykelinin yapılacağını pek hayal edememişiz; ama burası Küba... Hayal edemediklerimizin bile gerçek olabileceği bir yer!
Mihmandarımız başka gün bizi Las Terrazas diye bir yere götürüyor. Saatlerce ormanın içinde arabayla yolculuktan sonra varıyoruz bu saklı köye... Aslında bir gölet var ortasında ve etrafta Küba bayrağının renklerine boyanmış, mavi-kırmızı-beyaz evler… Bunlar kooperatif evleri imiş; komün evleri de denilebilir. İşçiler, emekçiler belirli sürelerle buraya gelip kalabiliyorlar. Hem doğal gölete girip serinliyor, hem de çok ucuza burada dinlenebiliyorlar. Lokanta ve cafeler de var ve hepsi çok ucuz. Biz de gölete girip yüzüyor ve yemeklerinden tadıyoruz. İçimizden bir kez daha Küba insanlarının her şeye rağmen ne kadar mutlu olduklarını geçiriyoruz.
Biz Küba'ya gidişimizi özellikle 26 Temmuz'a denk getirmiştik. 26 Temmuz, devrimi başlatan hareketin adı. Fidel ve yoldaşları kendilerine 1953 yılında Moncado Kışlası'na yaptıkları baskının tarihini ad olarak almışlar. Fidel ve yoldaşları, devrimden sonra Küba Komünist Partisi adını almadan önce hep 26 Temmuz Hareketi olarak anılıyorlar. Nazım Hikmet bu baskını ve sonrasında gelişenleri, "Havana Röportajı" adlı şiirinde eşine az rastlanır bir ustalıkla betimlemiştir.
26 Temmuz kutlamalarına Havana'da Devrim Meydanı'nda katılmanın hayalini kurmuştuk; ne yazık ki bu hayalimizi gerçekleştiremedik. Küba devleti, bu seneki kutlamaları Fidel'in mezarının olduğu Santiago de Cuba şehrine almıştı. Fidel'in sonsuzluğa uğurlanışı yeni olduğu için, bunun daha anlamlı olacağını düşünmüşlerdi. Santiago de Cuba, Havana ile tam zıt yerlerde. Arabayla 14 saatte gidilebiliyor. Gidiş-geliş, iki günden fazla ediyor. Eşimin sağlık durumu ve Santiago de Cuba'da bilemediğimiz konaklama koşulları da işin içine karışınca, içimiz kan ağlaya ağlaya bu hayalimizden vazgeçmek zorunda kaldık. Böyle önemli bir günde kutlamanın yapılacağı ana yerde olamamak bizi derinden üzdü. Lazara yoldaş, Havana merkezde değil ama her yerel birimde 26 Temmuz kutlaması yapılacağını söyleyerek içimize biraz su serpti; ama yine de istediğimiz gibi olmayabileceğini kestirdik.
26 Temmuz sabahı erkenden kalktık; en güzel elbiselerimizi giydik. Buradan götürdüğümüz üzerinde Deniz yoldaşın resmi olan bayrağımızı, Maique yoldaşımızın kesip düzelterek verdiği sopanın ucuna taktık ve buluşma yerine gittik. Genellikle orta yaş ve üzeri insanların geldiğini gördük. Yaklaşık 50-60 kişi vardı. Önce saygı duruşunda bulunuldu sonra İspanyolca sloganlar atıldı. Biz de İspanyolca "Viva Cuba" sloganını attık; orada bulunanlar slogana eşlik ettiler. Daha sonra aralarında Türkiye'den gelen yoldaşlar olduğunu da duyurdular. Sonra yürüyerek Fidel'in sürekli gitmeyi sevdiği yerleri ziyaret ettik. Bu gezilerle ilgili anıları olan, anılarını paylaştı. En son, kalanlarla birlikte, ki çoğu kadınlardan oluşuyordu, Ramon yoldaşın bakımını üstlendiği bir bahçeye törenle temsili olarak Kenan yoldaşımız ve siperyoldaşımız Ayçe İdil için birer fidan diktik. Yoldaşlarımız, özgür topraklarda boy verip meyveye duracaklar. 26 Temmuz anması bu şekilde son buldu. Santiago de Cuba'ya gidememek içimizde ukde kaldı.
Akşam devlet televizyonunda görüntüleri izledik. Raul Castro ve devlet başkanı Miquel Diaz Canel'in de katıldığı kutlama programı epeyce görkemli olmuştu; ama beni en çok etkileyen 9-10 yaşlarında küçük bir çocuğun kürsüden konuşması oldu. Revolucion (devrim) ve Luchar (mücadele) dışında hiç bir kelimeyi anlamasam da konuşmasındaki inanç ve kararlılık her şeyi ifade ediyordu. Sanırsınız Fidel küçülmüş ve kürsüden konuşuyordu; zaten bütün dinleyiciler ayakta alkışladı.
Görmeyi istediğimiz yerlerden biri Devrim Meydanı idi ve burayı görebilmiş, Che ve Camillo'nun siluet resimlerinin olduğu bu meydanda Mücadele Birliği'nin bayrağını dalgalandırmış; devrim anının ruhunu içerimizde hissetmiştik. Mihmandarımız, burayı 1 Mayıs'ta görme bahtiyarlığına sahip olmuştu; biz sadece Che ve Camillo'nun siluet resimleri önünde fotoğraf çektirebildik...
Tabii Küba'ya gelip Che'nin ve Bolivya'da ölümsüzleşen diğer savaşçıların mezarlarının olduğu Santa Clara'ya gitmezlik olmazdı. 4 saatlik, etrafı şekerkamışı tarlaları ve ormanlarla dolu bir yoldan Santa Clara'ya geldik (yol üzerinde büyük bir alana yapılmış Lenin Parkı'nda inip fotoğraf çektirmeyi de ihmal etmedik!).
Hava çok yağmurluydu; Che'nin anıt mezarını bulduk. Üzerinde Che'nin Fidel'e son mektubunun olduğu, elinde silahı ile resmedildiği devasa anıtın önünde üzerinde Deniz yoldaşın resminin olduğu bayrağımızla resimler çektirdik. Oraya başka ülkelerden gelen komünistlerle dost olduk hemencecik. Sonra mezarın olduğu bölüme girmek için arka bölüme geçtik; ama burada Küba'da olduğumuz sürece en çok canımızı sıkan durumla karşılaştık. Mezarı ziyaretimize izin vermediler; kapalı olduğunu söylediler. Çok uzaktan geldiğimizi, başka şansımız olmadığını vb vb ne kadar söyledik, ne kadar dil döktüysek de "zaten yetkili birinin de olmadığını" söyleyerek koruma görevlileri bizi içeri almadılar. Bu da içimizde ukde kaldı.
Daha sonra burada bulunan, Che'nin dağın tepesinden bazuka ile vurduğu Batista rejimine ait devrilmiş askeri vagonların olduğu yeri ziyaret ettik. Bu vagonlar, o gün nasıl devrilmişlerse öyle duruyorlar. Bir açıkhava müzesi haline getirilmiş; içinde o günkü askerlerin giysileri ve elkonulan silahları sergileniyor. Biz ziyaret ederken yalnız değildik; epeyce turist vardı... Bu arada belirtelim: Santa Clara devrime ilk desteğini açıklayan ve devrimin ilk başladığı yerlerden biri. Che'nin kucağında bir çocukla heykelinin olduğu Küba Komünist Partisi'nin yerel biriminin olduğu yer aynı zamanda. Burayı da ziyaret ediyor; Che'nin boş olan eline Mücadele Birliği bayrağını tutuşturuyoruz. Böylece, Che ile Deniz yoldaşı da buluşturmanın bahtiyarlığını yaşıyoruz.
Havana'da daha önce giden yoldaşlarımızın ziyaret ettiği Cenesex'i de ziyaret ediyoruz. Raul Castro'nun kızı Mariela burada görevli; bu yoğunluk arasında onu da görür, Türkiye'de yapmayı düşündüğümüz Emekçi Kadın etkinliğine davet ederiz diye düşünüyoruz. Ancak, Mariela 26 Temmuz etkinliği için yoğun olduğundan dolayı gelemiyor. Burada onun sekreteri durumunda olan bir trans bireye notumuzu ve davetimizi bırakıyoruz. Burada insanların cinsel tercihlerinden dolayı yargılanmıyor oluşu ve trans bireylerin kendilerine olan güveni bizleri sevindiriyor. Sosyalizmin LGBTİ bireyler konusunda çalışmalar yaptığını ve bir hayli yol almış olduğunu görmek, kafasında bu konulara dair bir sürü önyargılara sahip bir ülkeden gelen biz komünistler için öğretici oluyor.
Küba'da kaldığımız süre içinde sınırlı olan günlerimiz hiç bitmesin istedik; çünkü devrimini yapmış ve sosyalizmi yaşayan bir ülkede kaldığınız her an sizin için bir mutluluk kaynağı... Okullar açık olsaydı ve çocukları öyle güzelim okul kıyafetleriyle kocaman "kırmızı elmalar gibi" gülerken görebilseydik eminim daha mutlu olacaktık. Hem Karl Marx tiyatrosunda bir tiyatro izlemek de vardı değil mi? Yoldaşlarımız için diktiğimiz ağaçların boyatmasını ve meyve vermesini görmek... Ama Ramon yoldaşın sözü var: onlara gözü gibi bakacak ve büyüdüklerinde resimlerini bize gönderecek. Ondan ayrılırken, gözlerinin dolmasından ve İspanyolca yürekten (corazon) demesinden bunu anlıyorum. Aynı şeyleri Lazara yoldaşla vedalaşırken de hissettim. Ve ona söz verdiğim gibi, her gece onun baktığı yıldızına bakıyor ona ve Kübamıza, hayallerimizin gerçekleştiği bu güzelim adaya yoldaşça selam ve sevgilerimizi gönderiyorum...
Hasta La Victoria Siempre!