Elinizde bir mikrofon olduğunu düşünün. İster tanzim kuyruğunda bir tüketiciye, ister küçük üreticilere, ister bu ürünleri taşıyanlara şu soruyu sorduğunuzu düşünün: Gıda fiyatları neden bu kadar yüksek?
Bunun cevabının akademik bir birikim ve tarımda kapitalizmin gelişimi ile ilgili kitaplar devirmek gerektiğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. En sıradan insanlar bile şu cevapları sıralıyor bu sorularımıza: “Çünkü;
Üretici desteklenmiyor,
Gümrük duvarları kaldırılarak üretici yalnız bırakılıyor,
Devlet üreticinin tarlayı ekmesini istemiyor.”
Bu liste uzar gider. Bir markete gittiğinizde bir kilo sivri bibere 15 lira verdiğinizde şaşırıp kalıyorsunuz ya, buna da alıştı gözlerimiz. Yangına bakmaya alışan gözler misali.
Emekçilerin yukarıda maddeleştirdiğimiz cevaplarını açmak istiyoruz. Üreticinin desteklenmemesi ne demek? 2019 başında tarım ve orman bakanlığı milyarlarca liralık destek ödemesi yapılacağı ‘müjdelerini’ verirken üstelik, üreticinin desteklenmemesi ne demek?
Belirtmekte yarar var ki, ülkemizde tarımsal destekler özellikle hububat ekimi gibi alanlarda alan bazlı yapılmaktadır. Yani ne kadar büyük bir araziniz varsa alacağınız destek o kadar katmerlidir. Küçük dönüm araziniz varsa alacağınız destek de yine buna paraleldir. İlk başta mantıklı geliyorsa, daha doğrusu ‘adil’ diyelim; yanılıyorsunuz. Çünkü ister büyük ölçekli üretim yapın isterse küçük ölçekli tarım yapın; Kesiştiğiniz yer ürününüzün pazara sunulmasıyla başlar. Siz küçük ölçekli üretici olarak gelir gider arasında minimum karlar elde ederken, büyük ölçekli üreticiler -ki genelde yabancı ortaklı büyük işletmeler- en yüksek karlar elde ederler. Dev tekeller sınırlar ötesinden yapılan anlaşmalarla pazar sorunu yaşamazken -bu pazarların etkileneni değil pazara yön vereni, şekillendirenidir aynı zamanda- siz küçük üreticilere düşen ise ya bir balık olarak ağaca tırmanmaya çalışmak ya da karada boğulmaktır.
Gümrük duvarlarının indirilerek ülkemizde üretebilecek ürünleri dışarıdan ithal etmenin amacı ise; küçük üreticiyi topraktan sürmek, üretim sahasını tamamen tekellerin egemenliğine vermektir. Geniş ölçekli tarım giderek daralan tekellerin egemenliği altına girer. Toplumun ihtiyaçları gözetilmeden pazar için üretim yapmak kapitalizmin yasasıdır. Pazar da ise, geniş ölçekli tarım yapan tarım tekelleri küçük üreticiyi ezer ve onu iflasa sürükler.
Küçük üreticiyi iflasa sürükleyen daha pek çok neden var. Tarım girdi fiyatlarının sürekli yükselmesi, tarımda teknik ve makinanın kullanımının artması, küçük üreticinin bankalara paçayı kaptırarak hacizle karşı karşıya kalması vb nedenler bu iflas sürecinin yollarını düzenler. Sonuçta küçük üretici, tarlasını ya büyük toprak sahiplerine satmak ya da bankalara kaptırmak durumunda kalıyorlar.
Banka borçları, mahsulüne biçilen fiyatın maliyeti karşılamaması, yeniden üretime geçebilecek birikiminin olmayışıyla sürülür topraktan. Ürünü pazara götüreceği dönemde dev tekellerden alınmış tırlarca patates, buğday belini gittikçe büker. Ve çiftçi yaşayabilmek için toprağını bırakır, kapitalizmin merkezi olan büyük şehirlerin yolunu tutar.
Tekellerin iç pazarımıza hakimiyeti esasında, tohumumuzu ele geçirmeleriyle tamamlandı. Tohum demek yaşam demektir. Doğal tohumumuz, yanlışlıkla düştüğü yerde bile filizlenirken, “verim düşüklüğü” gibi nedenlerle ellerimizdeki doğal tohumlara el konuldu. Doğal gübrelerin de bir kenara itilişini getirdi bu süreç. Çünkü yine; (tohum+gıda+ilaç) tekellerin laboratuarlarda oluşturduğu, insanlığın evriminin hazır olmadığı bileşimlerin yüklenildiği tohumlar pazarda boy gösterdi. Şu şart koşuldu: eğer bu tohumlarla üretim yapmazsan, pazara ürününü götüremezsin. Uyulmaması halinde yaptırımları da bir hayli ağırdı. Öyle cezalardı ki, çiftçi için ölüm demek olan, topraktan belli sürelerce men cezalarını dahi içeriyordu. Çiftçiye pazara ürün götürebilmek için doğal tohumu ile hibrit-terminatör tohumlarını takas ettirildi.
İlk zaferlerinin ardından görüldü ki, bu tohumlar doğal gübrelerle filizlenmiyor. Kimyasal gübre alınması gerekiyordu. Ne tesadüf büyük tekeller bunu da üretmişti. (Ardından gelen şey ise ürünlerini yeraltı canlıların kemirmesini engellemek için on binlerce solucandan tutun köstebek gibi toprak canlılarını zehirleyen ilaçlar satmak oldu. Bu canlılar ki, toprağın havalanmasını sağlıyordu. Hava almayan, minerallerinden yoksun kalan ilaçlarla, zehirli tohumla, gübreyle kimyasalın içinde boğulan toprak, yeraltı sularına akıttığı kimyasallarla kilometrelerce uzaklardaki canlıları zehirliyordu. Bu kimyasalların uçucu özelliği, bitki çeşitliliğini yok ederek, ciğerlerimize dolarak bizleri doğamızı, toprağımızı, havamızı kanser ediyordu. Üzülmeyin tekeller onu da düşündü: bizler için durmadan kanser ilaçları üretiyorlar aynı laboratuarlarında…)
Eski dönemlerde doğal tohum, gübre ve ilaçla yapılan tarımsal üretim, yerini laboratuar tohum, gübre ve ilaçlarına yerini teslim ederken, maliyetler gittikçe katlandı. Kapitalist üretimin özelliğidir. Kar getirmeyecek hiçbir şeye, ufak ya da büyük çaplı, yatırım yapılmaz. Bu hesabı iyi bilen tekeller, devlet denilen sopayla küçük üreticileri topraktan kovmak için her yolu denedi. Buna küçük bir örnek verecek olursak: toprağı tarıma açsanız da açmasanız da tarımsal desteği toprak ölçeğine göre alıyor oluşunuzdur. Küçük üretici bilinçli politikalarla üretimde ağır yaraları içinde üretmekten vazgeçerek arazi bazlı desteği aldı. Bunun sonucudur ki, 5 ile 10 dönüm arası toprağı olan 3 milyonun üzerinde üretici üretimin dışına itildi. Devlet, tarım arazileri bacasız sanayi denilen büyük ölçekli üretim yapacak tekellerin egemenliğini pekiştirdi.
Bir patlıcan üreticisi şöyle anlatıyor: “Patlıcan serada 5 derecenin altında yetişemez. İlaç ve diğer girdiler çok yüksek. Ucuza verdiğimizde hiç kazanamıyoruz. Patlıcanın kilosunun maliyeti 2 lira. Maliyet fiyatımızla satış fiyatımız başa baş gidiyor. Borç içindeyiz. Madem tanzim noktaları kuruldu, üreticiler için tarım girdilerini alabilecekleri tanzim noktaları neden oluşturulmuyor?”
Bu işin nakliyesini yapan bir firma yetkilisi şöyle söylüyor: “Akdeniz’de bir halden İstanbul’daki bir hale gelen bir kamyoncu 2900 tl alıyor. Halden çıkmadan ambarcıya 300 tl, halden çıkış parası olarak 25 tl veriyor, 320 litre mazot yakıyoruz. Yolda harcanan giderler elbette var. İstanbul’a giriş 140 tl, çıkış 290 tl. Köprü parasıyla zarar ediyoruz. Mazot, yol, köprü ücretleri düşmeli.”
Bu mümkün mü? Elbette hayır.
Yolları, köprüleri başka ülkelere oto geçiş garantili peşkeş çeken devlet, garanti verdiği sayıda araç geçmezse, bunu hazineden yani bizlerin ödemeleriyle ödeyeceklerini garanti ediyor. Vergi, zam ve zama da zam… Her tür haklarımız tırpanlanarak açlıktan ölmeyecek düzeyde yaşamamız dayatılıyor bizlere.
Bilmenin rahatsız ediciliği altında ezilmek yerine, harekete geçerek yeter artık dememiz gereken zamanlardayız. Sanayiden tutun da ilaca, yoldan tutun da üretimin en temeli tohuma değin büyük bir ağın içerisindeyiz. Kapitalizmin egemenliğinin en çıplak organı olan devlet aygıtı üreticileri, büyük yıkımların ağırlığı ile yok oluşa sürüklerken, sermaye sahiplerinin zenginliğine zenginlik katmanın yollarını arıyor.
Çözüm nedir?
Herhalde aramızda “paralarımızı biriktirip o köprüleri, fabrikaları, tarlaları satın alalım, kardeş gibi yaşayalım” diyen fosiller boy vermeyecektir. Tarihin tekerleği ileriye doğrudur. Devrim, tarihin evrimsel gelişimi, belli bir sınıra dayandığında bir kırılma noktasıdır, ileri doğru bir sıçrama anıdır. Kapitalizm, ilerlemenin, toplumsallaşmanın önünde son engel olarak dikildiğinde onun tüm ilişki ağlarını parçalamak, üretici güçlerle üretim ilişkilerinin çelişkilerini ortadan kaldıracak tarihsel eylemdir.! Şimdi bu noktadayız.
Duvarın dibindeyiz. Ya insanlığın ilerlemesinin önündeki bentler aşılacak ya da doğamızla birlikte insanlık da yok olacak. Öyle bir sarmal ki, bizi çevreleyen en taze, en sağlıklı sebzeleri yemek için bile dünyamızı kapitalizmden kurtarmamız gerekiyor. Kazan kaynıyor, şimdi bu ateşi bir de bu topraklardan harlayalım…