On yıldır dünyanın dört bir yanında sayısız ayaklanma ve devrim deneyimine tanık olduk. Kimisi bir devrime çok yaklaştı, kimisi mevcut iktidarları da devirdi, ama hiçbirisi bir halk iktidarı biçimi alarak kararlılıkla yoluna devam etmedi. Sorun nerede? Emekçi halk yığınlarının mücadeleciliğinde, kararlılığında ya da fedakarlığında değil elbet. Yoksul ezilen yığınlar her yerde, en vahşi baskılara rağmen ayağa kalkıp devrime yürüyebiliyorlar. Türkiye, Yunanistan, Arjantin, Tunus, Mısır, İspanya, Haiti, Romanya, Hindistan, Cezayir, Fransa vb... sonu gelmeyen bir liste. Her birinin kendi özgünlükleri var mutlaka ama hepsinin ortak noktası, emperyalist-kapitalist sistemin genel bunalımı gibi bir maddi temele sahip olmaları. Emekçi halk yığınlarının elinden, isyan edip ayaklanmaktan başka ne gelir? Ve tüm bu isyanlar zafere ulaşamıyorsa, sorunu nerede aramak gerekir? Tek kelimelik bir yanıtı var: Kendimizde!
Devrimci öznenin misyonu nedir? Tarihsel devrimci yürüyüşünde proletaryaya yol göstermek ve savaşta kurmay karargah gibi çalışmak. Bu yürüyüş sınıflı toplumdan sınıfsız topluma, kapitalist toplumdan komünist topluma doğrudur. Ve bu yürüyüşün belli bir aşamasında (devrim) proletarya sermaye iktidarını yıkmak, kendini iktidar olarak örgütlemek durumundadır. Ancak bundan sonra, bu devrimci iktidarın gücüne dayanarak halk desteğini misliyle artırabilir, hasmının direncini enerjik yöntemlerle bastırabilir ve devrimci yürüyüşünü sürdürebilir. Bunu yapmadığı durumda, sürekli muhalefet ve direniş pozisyonunda gücünü tüketmekten başka bir şey yapmış olmaz.
Bir parti, parti olarak kendini ilan ettiği andan itibaren, iktidar alternatifidir. İşin bu temel yönü bugün unutuluyor da olsa, parti olmanın anlamı budur. Parti kurmak, parti olmak, toplumu yönetmeye aday olmaktır. Yönetmek sadece savunmayı ve direnişi örgütlemekle olmaz. Esas olarak saldırıyı ve iktidar olmayı da örgütlemek gerekir. Çağımızda devrimci ve komünist partilerin savunma-protesto-direniş örgütlemek konularında söylediklerinin sonu gelmez, ama saldırıyı ve iktidarı örgütlemek konusunda söylenenleri mumla arıyoruz.
Bu durum nasıl ve neden bu hale geldi, aslında uzun bir araştırmayı hak eden bir konudur. Doğal bir durum olmadığı kesin. Paris Komünü'nden beri devrimci parti ve örgütler, fırsatını bulduklarında, koşullar olgunlaştığında kendilerini iktidar olarak ilan etmekten, devrim hükümeti kurmaktan çekinmiyorlardı. Doğal olan, eşyanın tabiatı gereği olan budur; devrim için mücadele veren parti ve örgütler devrimle beraber devrimci hükümet ilan eder ve devrim programlarını ortaya koyarlar. Sayısız devrim ve devrime çok yaklaşan ayaklanmalar yaşadığımız son yıllarda ne bir devrimci hükümet ilanı ne de bir devrim programı gördük.
Son güncel örnek olarak Sudan'a bakalım... Devrimci cephe denilebilecek bir ittifak kurulmuş (Sudan Komünist Partisi de aktif bir bileşeni). Yaklaşık dört ay süren bir ayaklanma en son 4 Nisan'da El Beşir'in devrilmesi net hedefiyle genel grevle de birleştirilmiş ve bir haftalık son bir kalkışmanın ardından devrimin ilk aşaması tamamlanmış. El Beşir yıkılmış. Halk devrimden yana, devrimin ilerletilmesinden yana ve genelkurmayın etrafını kuşatmış durumda. Ordu içinde de çatlaklar var, alt kademelerde devrimden yana eğilimler var. Bu aşamada doğal olan nedir? Devrime öncülük yapan devrimci ittifak güçlerinin çıkıp bir geçici devrimci hükümet ilan etmesi ve ilk planda atılacak adımların listesinden oluşan bir devrim programı ortaya koymalarıdır. Ama bekliyorlar. Ayaklanmanın doruğunda bekliyor ve orada öylece kalabileceklerini sanıyorlar. Düşman boş durmuyor. Derhal El Beşir'in yerine savunma bakanı çıkıp El Beşir'in tutuklandığını, yeni hükümet kurduklarını, sokağa çıkma yasağı koyduklarını falan ilan edip yemin törenine geçiyorlar. Bizimkiler ne yapıyor? Darbeci hükümetten, iktidarı sivil bir meclise devretmesini talep ediyor.
Sorun tam da burada: TALEP EDİYOR!!! Kendisini hükümet olarak ilan etmeye CÜRET EDEMİYOR. İktidarı almayı gözü kesmiyor, hasmından, iktidarı kendisine vermesini talep ediyor. Hasmı tarafından tanınmak, onaylanmak istiyor, çünkü sermaye sınıfına, onun arkasındaki bölge ve dünya gericiliğine, emperyalizme karşı topyekün, cepheden bir meydan okumaya cüret edemiyor. Buna cüret etse, darbecilerden, devrimi çalmaya çalışanlardan hiç bir şey talep etmez. Kendilerini devrimci hükümet olarak ilan eder ve kendileri dışındaki tüm yapıları yasadışı ilan ederler, orduyu, silahları teslim etmeye çağırırlar. Erlere, komiteler kurup orduda yönetime el koymaya, buna direnecek subayları tutuklamaya çağırırlar.
Ama hayır, talep ediyor ve bekliyorlar. Aşırı muhalefet cephesi olmaktan devrim cephesi olmaya geçişi sağlayacak o cüretli çıkışı yapamıyorlar. Genelkurmayı kuşatmış halk daha ne yapsın? El Beşir'in ardından kaç tane daha darbeci istifa ettirmeleri gerekiyor? Devrimi yapan ve savunan halk, devrimci hükümeti de kendisi mi ilan etmeli?
Burada Sudan üzerinden söylenenler beş kıtada geçerli. Bizde de devrimci parti ve örgütler, devrime bir şey öğretmek şöyle dursun, onca yaşanandan en ufak bir şey öğrenmeme konusunda kararlılar. Devrimci hareketlerin Gezi ve Kobani ayaklanmaları sürecindeki deneyimi hatırlansın. Ayaklanmaya halen daha direniş demekte ısrar edenlerin, elbette ki ayaklanmanın en ateşli günlerinde bile zerre kadar iktidar perspektifi olmamıştı.
25 yıldır Geçici Devrimci Hükümet konusunu gündeme getiriyor, devrimci parti ve örgütleri üzerine düşünmeye, tartıştırmaya çalışıyoruz. Ve 25 yıldır bu konuda ağzını açıp da iki kelime eden olmadı. Neden? Çünkü devrimi menzilde görmüyorlar. Devrim onlar için tamamen soyut bir konu. O halde zamanı gelince iktidardan da, onun hükümetinden de bahsedilir, üzerine kafa yorulur. Ama henüz erken. Çünkü orta yerde iktidar olma ihtimali bile yok. Peki ne zaman tırıvırı konuları bırakıp da bu konuda konuşabileceğiz? Ayaklanmanın en ateşli günlerinde bile “biber gazı yasaklansın”ın ötesine geçemeyenler, devrimin hangi aşamasında aslında her devrimin temel sorununun iktidar sorunu olduğunu hatırlayacaklar?
Dünya devrimci hareketinde ciddi bir erozyondur sözkonusu olan. Dünyada devrimci parti ve örgütler halen Berlin duvarının yıkıntıları arasından silkinip çıkabilmiş değil. Sosyalizme inançta yaşanan travma halen aşılabilmiş değil. Paris Komünarlarının, Ekim Bolşeviklerinin göğü fethe çıkma cüretlerine ihtiyaç var. 61 Füze Krizindeki Fidel'in kararlılığına ihtiyaç var. Emperyalist-kapitalist sisteme cepheden meydan okuma gözüpekliğine ihtiyaç var. 'Devrim yapmaktan geliyorum' diyen Denizlerin yalınlığına ihtiyaç var.
“Reel sosyalizmin dersleri...” diye başlayan ve bir daha asla devrime kalkışmamamız, kesinkes iktidarı almaya teşebbüs etmememiz üzerine vaazlarla devam eden ideolojik bombardımana otuz yıl maruz kalmış beyinlerimiz. “Sosyalist iktidar dediğin şey zaten tastamam Stalin'dir ve malum, o da herkesin bildiği gibi zalim bir diktatördür. Sosyalist iktidar dediğin bürokrasidir, halktan yabancılaşma, komiser baskısıdır.” Emperyalist soğuk savaş propagandasıyla atbaşı giden 'özgürlükçü sol' teraneleri... ve öte yandan bildik anarşist hezeyanlardır bunlar. “Efendim, malumunuz, iktidar pis bir şeydir, her kim ona dokunursa kirlenir!” Oldu. Biz hep aşırı muhalefet durumunda kalalım. İktidara başkaldıralım, iktidardakini devirelim, ama asla kendimizi iktidar olarak örgütlemeyelim. Bekleyelim, hasmımız yeniden örgütlesin iktidarı, sonra onu da yıkarız. Hep direnir ama asla kazanmayız. Ve halklar da sonsuz bir sabır ve hoşgörü ve bitmek bilmez bir devrimci enerjiyle bizi izlemeye devam ederler... Ama bu kadar yeter!
Kararlılıkla devrimi ilerletmeye çalışmış ama işçi ve emekçiler tarafından desteklenmemiş, yüzüstü bırakılmış kaç örnek biliyoruz? Peki halk ayaklanmasının coşku ve kararlılığına rağmen devrimi ileri götürecek adımlar atmada duraksamış ve devrimi mahvetmiş öncülük örnekleri? Mesele bu kadar açık. Sorun emekçi halklarda değil, öncülük iddiasındakilerdedir. Ve bunlardaki en önemli sorunlardan biri, bugün, iktidarsızlık zaafıdır.
Dünyanın, bu zaafı kıracak yeni örneklere ihtiyacı var. Göğü fethe çıkanların çağı önümüzde duruyor.
Deniz Karadeniz