Sağlık sisteminin hem alan hem de verenler için nasıl yıkıma uğratıldığını, daha önce yazmıştık. İçindeki dışındaki herkes sağlık sistemine karşı öfkeli. Bu öfke de haksız sayılmaz. Bu sayımızda güncel iki tartışmayı ele alacağız ve sonraki sayılarda da devam edecek yazılarda bu konuları derinlemesine inceleyeceğiz.
Birinci konu, aşı üzerine yapılan tartışmalar. 2009’da domuz gribi salgını sırasında aşıya karşı oluşan tepkilerden dolayı bu konuyu gazetemizde ele almıştık. İlerleyen yıllarda aşı karşıtlığı hızla örgütlendi ve yaygın tartışma konusu oldu.
Öncelikle, sağlıkta temel sıralama, önleme, tedavi etme ve rehabilite etme şeklindedir. Bunu emperyalistler tarafından finanse edilen “bilimsel” kaynaklar bile reddedemez. Ancak ekonomik çıkarlar, gerçeklerin bize bükülerek ulaştırılmasına ve şüpheye düşmemize neden olur. Mesela bu kaynaklar neredeyse atmış yıldır kitlesel olarak yapılan aşı uygulamasına itiraz edemedikleri için aşı hakkında dolaylı söylentiler çıkarırlar. Bir söylenti propagandanın maddi gücüyle birleştiğinde tersi ispat edilse bile bizlere ulaşmaz. İlaç firmalarının birbirleriyle rekabetlerinde birbirlerini çökertmek için attıkları spekülatif dedikodular tersi ispat edilinceye kadar bir firmayı siler, diğerine piyasada yer açar. Burada ilacını bulamayıp hayatını kaybedenlerin isimleri sadece sayılardır.
Konu aşıya gelince, “DSÖ tahminlerine göre, dünya aşı piyasasının değeri 2013’te 24 milyar doları buluyordu. Bunun toplam ilaç piyasasındaki payı %3’ü bulmuyor” bilgisini incelememiz yeter. Bir dolarlık aşı yatırımının, 16 dolarlık ilaç maliyetini ortadan kaldırdığını da ekleyelim. Dünyanın en büyük tekellerinden biri olan ilaç sanayinin %97’si tedavi eden ilaçlardan beslenir. Yani hastalık karlıdır. Hastalığın önünü kesen tüm uygulamalar da ekonomik olarak zarar etmek demektir. Tedavi hizmetlerinin ulaşımının zorlaşması, uzun randevularla geç teşhis ve tedavi, sağlık sigorta sisteminin kapsayıcılığının yetersizliği daha çok ilaç tüketimini sağlayan uygulamalardır. Hastalığınız ne kadar ağırlaşırsa, o kadar daha fazla tedavi gideriniz olacaktır.
Hepimizin bildiği gibi kapitalizm kendi karından başka hiçbir şey düşünmez. Bütün felaketler onun yeniden kazanması için fırsattır. Büyük kitle kıyımlarını ellerini ovuşturarak izler ve yeni piyasaya büyük bir iştahla saldırır. Salgınlar çıkarabilir, savaşlarda milyonlarca insanı hasta ya da sakat bırakabilir, doğal felaketlere yol açabilir. Hastanelerdeki önlenememiş hastalıklardan kaynaklı hasta yığılmaları ve tedavi sürelerinin uzaması başarı olarak varsayılır. Hemen buraya not koyalım, sosyalizmde, planlı ekonomi ile öncelik toplumsal faydaya verildiğinden, insanların daha uzun yaşaması, daha az hastalanması için çalışılır. Bu nedenle Hepatit B aşısı gibi birçok aşının ve kesin tedavilerin kaynağı Küba gibi sosyalist ülkelerdir. Sosyalist ülkelerde hastanelerde yığılma olmaz, çünkü sorun temel sağlık hizmetleri yoluyla, ev taramalarıyla çözülür.
Aşı tartışmasının başlangıcını yazmıştık, hatırlayalım. Domuz gribi, sars ve kuş gribi gibi insandan insana bulaşma yeteneği kazandırılmış laboratuar yapımı bir virüstü. Salınmalarının “kitle deneyi” olduğu açıklandı. Ama bir grup bilim insanı domuz gribinin antijenini bularak üretime geçirmeyi başardı. RTE dahil birçok politikacı tüm bilimsel açıklamaları gürültüyle boğarak aşıya karşı olduklarını açıkladılar. Sonra onların aileleriyle birlikte aşı olduğunu öğrendik.
Burada şunu vurgulamak yerinde olur ki, aşı kişinin kendisinden ziyade toplumun bağışıklık sistemini geliştirmek için yapılır. Fayda kişiselden ziyade toplumsaldır. “Örneğin, ABD’de 1960’ta 5300 kişi kızamıktan ölürken, bu sayı 2012’de 450’ye düşmüştü. İlk kızamık aşısı 1963’te yapıldı.” Gördüğümüz gibi toplumsal kazanım uzun yıllar almakta, ancak birkaç yılda kaybedilebilmektedir.
Ülkemiz gibi bağımlı ülkelerde durum felakete doğru gidiyor. 2011 yılında 183 kişiyle başlayan aşı karşıtlığı, 2013’te 980’i buluyor ve 2017’de ise 23 bin 600 ailenin çocuklarına aşı yapılmasını reddettiği belirtiliyor. Yani binlerce insan, birçok etkene karşı uygun konak olarak tüm toplumu uygun konak haline getiriyor. Gelişmesinin önü açılmış salgınlarda yüzbinlerce insanın öleceğini, tedavi olacağını ve hatta kalıcı hasar alacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Yeniden domuz gribi salgınından örnek verirsek, uluslararası bir tekel olan Rosh firmasının Tamiflu adlı antigrip ilacının son kullanma tarihi geçmiş olanlarının bile o dönemde tüketildiğini ve firmanın on milyarlarca dolar kara geçtiğini hatırlayalım. Aşının yan etkileri olduğunu söyleyerek göz korkutanlara, antiviral tedavinin yan etkilerini soralım. Aşının maliyeti yine bir dolarken…
Bu konuyla son derece bağlantılı diğer güncel tartışma da Bağ-Kur ve Genel Sağlık Sigortası (GSS) yükümlülerinin sağlık hizmetlerinden faydalanması için verilen sürenin 31 Aralık’ta dolması. İşsizlik ve ekonomideki problemler nedeniyle GSS borçlarını ödeyemeyen onbinlerce vatandaş tedavi olamayacak. Yani borcunuz varsa tedavi olamayacaksınız. Bu durumda önce “önemsiz” bulduğunuz rahatsızlıklarınızı eczaneden ilaç alarak ya da erteleyerek geçiştireceksiniz. Hastalığınız artık dayanılmaz hale geldiğinde de, mecburen ücretli tedavi olacaksınız. Tabi hayli geciktiğiniz için tedavi masrafınız, belki de yıllarınızı harcadığınız evinizi size sattıracak. Borcunuz ise peşinizi bırakmayacak.
Sağlık sistemleri, devlet merkezli, devlet-özel merkezli ya da sadece özel merkezli olmak üzere üçe ayrılıyor. Sosyalizmin baskısıyla kazanılmış “sosyal devlet” gereği, sağlık hizmeti bu devletin sorumluluğunda. Sosyalizmin tahrip edilmesiyle sermaye bu yükten kurtuldu. 1995’de emperyalizmin yeni sömürgelere dayattığı GATS anlaşmasıyla tüm devlet hizmetlerinin özel sektöre devredilerek piyasaya açılması şartı getirildi. O günden bugüne devrimci, demokrat aydınlar, emekçiler, bilgilendirme yapmak için uğraştılar. Ancak etkili bir mücadele yürüttükleri söylenemez. Mücadele ancak anlaşma koşullarını bugüne kadar erteletmeyi başardı.
Nedir bu kamunun sorumluluğunda olan, ama özel sektöre devredilmesi gereken karlı alanlar? Öncelikle sağlık ve eğitim. Tüm özelleştirmelerin, taşeronlaştırmanın altında yatan neden aynı: sermayenin karlı alanlarından devletin çekilmesi ve alan açması. Bu politikalar bugün “hasta garantili” şehir hastaneleri seviyesine ulaştı. Bu konuyu yazımıza sığmayacağı için erteleyelim. Ancak sağlık sigortasının da özel sektöre, yani sigorta tekellerine devredilmesi için de sermaye bastırıyor. Zorunlu sağlık sigortası ya da tamamlayıcı sigorta dedikleri sistem hayatlarımıza girdi bile. Borcunuz mu var, ödeyemiyor musunuz, daha hızlı hizmet mi almak istiyorsunuz, yeni bir borca girin, özel sağlık sigortası yaptırın. Tıpkı bankaların yeniden yapılandırması gibi… Kasalardaki banknotlardan başka bir şey değiliz kapitalizm için.
Onbinlerce insanın tedavi olamamasının toplumsal bir risk olduğunu da unutmayalım. Zaten ek ödemeler nedeniyle muayeneye gitmeye çekinir olduk. Salgın hastalıklar için gecikmiş bir tedaviden daha iyisi yoktur. Son on yılda bu emperyalist politikalar sayesinde verem, veba, çocuk felci, şarbon gibi yoksulların hastalıkları, sosyalizmin baskısıyla neredeyse tarihten silinmişken yeniden hayatlarımıza musallat oldular. Ebola, Kırım Kongo, Gana salgınları ve birçokları da bunlara eklendi.
Sağlıkla ilgili sağlıklı bilgi almakta güçlük çektiğimiz doğrudur. Spekülatörlerin beslediği bilgi kirliliği yaratan sponsorlu “bilim insanları” güvensizliğimizi besliyor, hatta bundan yeniden yeniden kazanıyorlar. Bilimsel, insanı temel alan ve uzun vadeli toplumsal faydaya dayalı bir sağlık sistemi için de bu sistemin orasının burasının değil, tümünün değişmesi gerekir.
Temade Çınar