Sermayenin ortaya çıkışı, birikimi ve çevriminin tarihi, işçi sınıfı açısından mücadelelerle dolu, sefalet ve ölüm ile iç içe geçmiş büyük bir savaşın tarihidir. Sermayenin kaynağı olan işçi sınıfı ile üretim araçlarının sahibi olan kapitalist sınıf arasında sürüp giden bu savaşa “kapitalist sanayi savaşları” diyor Marx.
Kapitalist üretimin egemen olduğu her yerde eşi benzeri olmayan işçi kıyımlarıyla çoğaldı sermaye. Bu kıyımların çeşidi de bol oldu. Tehlikeli ve sağlıksız koşullarda uzun süreli çalışmanın sonucu yaşanan iş cinayetlerinin yanında, çalışma koşullarına bağlı hastalık ve sakatlıklar sonucu yaşanan ölümler, oldukça düşük bir ücretle sürdürülen kronik açlığa bağlı gelen ölümler, kötü yaşam koşullarının sonucu ortaya çıkan bunalımlarla gelen ölümler ve işsizliğin sonucu olarak kendini gösteren yoksulluğa bağlı ölümler...
“Tarih İngiliz el dokumacılarının yavaş yavaş yok olmasından daha korkunç bir trajedi kaydetmez. Birkaç on yıl boyunca süren bu yok olma, en sonu 1838'de sona ermiştir. Pek çok aile günde 2,5 şilin ile uzun süre bitkisel hayat sürdürmüşlerdir” diyor. Marx ve devam ediyor “1834-1835'te genel vali şöyle yazıyordu, 'Buradaki sefaletin bir eşine zor rastlanır. Pamuk dokumacılarının kemikleri, Hindistan ovalarını beyaza boyamıştır.”
Dünkü gelişen kapitalizm ile bugünkü çöken kapitalizmin işçileri sürüklediği ölüm arasındaki fark nedir? Bu fark sadece yoğunlaşan sömürü, devasa bir kitlenin kalıcı işsizliği ve ancak bitkisel bir hayat sürmeye yetecek düşük ücret koşullarında ölen işçi ve emekçilerin kemiklerinin modern şehir yaşamına gölge düşürmeden ve cesetlerin kokusu etrafa yayılmadan itinayla temizleniyor oluşudur.
İşçilerin kapitalizmin ağır sömürü koşullarına karşı savaşı, koşulları, zaman zaman, işçiler için biraz daha çekilir hale getirmiş olsa da, kapitalist sınıf, kapitalist meta üretimi yasaları gereği, kaşıkla verdiğini kepçeyle almış, işçiyi kötü koşullarda yoğunlaşan bir sömürüye mahkum etmiştir. Kapitalist üretimin gelişimi, işçinin koşullarını geliştirmek bir yana, işçinin sömürü yoğunluğunu en üst düzeyde arttırmış, devasa bir bolluk yaratmış ve bu bolluğun içinde işçiyi bitkisel hayata, iş bulmayan, açlığa kimsesiz çocuk ve yaşlıları ise sokakların ve çöplerin merhametine bırakmıştır.
21.000 ölü diyor İSİG (işçi sağlığı ve iş güvenliği) meclisi, yalnızca Türkiye ve K. Kürdistan'da 2002'den beri ölen işçi sayısı için. Elbette “kaza” bu ölümleri tanımlamaya yetmez. İş cinayeti ya da kapitalist sanayi savaşının ölüleri demek daha doğru olur. En ufak koruyucu önlemler alınmadığı için, makinanın hızına yetişmek için, yorucu ve uzun süre çalışmanın getirisi dikkatin dağılmasına bağlı yaşanan ölümler bunlar. Daha dün Soma'da 301 işçinin nasıl ölüme sürüklendiğini gördük. Tarım, inşaat belediye, madencilik ve enerji sektörü en çok iş cinayeti yaşanan sektörler.
2013 yılına ait 27.000 iş kazasının kaydı tutulmuş. Bu kazaların 521'i ölümle sonuçlanmış. Ya ölmeyip de sakat kalanlar ne oluyor sonra? Yaralananlar ne oluyor; onların hastane parasını, bakımını, ailesinin geçimini kim sağlıyor? İşe bağlı çeşitli hastalıkların kaydını tutan oluyor mu? Borcunu ödeyemeyip, bu hayattan yorulup intihar edenler, bunların hepsi kapitalist üretim biçiminin yol açtığı ölümler olarak geçiyor mu kayda?
Şu korkunç gerçeğe bakın; WHO ve ILO her iş kazası sonucu ölüme karşılık, 6 meslek hastalığı sonucu ölüm yaşandığını tespit etmiş. İş yerlerinde beyin kanaması ya da kalp krizi sonucu ölümlerde çok büyük bir artış olmuş. Üstelik biliyoruz ki, resmi rakamlar, gerçeklerin yanında devede kulaktır. Bunu aklımızın bir köşesinde tutarak, 16 yılda 21.000 iş cinayetinin her birine denk gelen 6 meslek hastalığı sonucu ölüm ile toplarsak, 126 bin ölü eder. Türkiye ve K. Kürdistan'da 70'lerden beri süren iç savaşın ölülerinin toplamının 70 bin olduğunu hatırlarsak, bu 16 yıllık kapitalist sanayi savaşının işçileri nasıl sessiz bir kıyımdan geçirdiğini görürüz. Peki yalnızca bu 16 yılda, bütün ülkelerde kaç işçi-emekçi ölmüştür böyle, kaç bin, kaç milyon?
Bu sessiz savaşta ölenle, herhangi bir cephe savaşının ölüleri gibi manşetlere çıkmıyor, katilleri parmakla gösterilmiyor, ölenler adına intikam yeminleri edilmiyor. Bu ölüler ancak 3. sayfa haberlerinin konusu olmayı hak ederek, sessizliğin mezarına gömülüyorlar.
İşçi sınıfının zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yok diyor Marks. Kapitalist üretim tarzı içinde üretici güçler ne kadar ilerler ise, bu zincirler de o kadar sıkıyor işçi sınıfının devasa gövdesini. İşçi sınıfının, emekçilerin kurtuluşunun yegane koşulu, üretim araçları üzerindeki kapitalist özel mülkiyete son vererek, yerine üretim araçlarının toplumsal mülkiyetini koymaktır. Toplumsal üretimde bulunan işçi sınıfı, üretim araçlarının toplumsal mülkiyetini sağlayarak ancak bu şekilde üretici güçlerin bir üst gelişme basamağına çıkmasını sağlayabilir. İşçi sınıfını devrimci kılan, kapitalist üretim içinde aldığı bu roldür. İşçi sınıfının ve emekçilerin, kapitalizmin varlığı boyunca yaşadığı benzersiz kıyımdan kurtuluşu, işçi sınıfının devrimci sınıf rolünü oynayarak, sosyalist toplumu kurmasına bağlıdır.
Üstelik bu gün bu mesele, önceki zamanlardan farklı olarak, yalnızca işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluşu değil, insan türünün ve dünyanın kurtuluşudur. Kapitalist dünya 2008'den beri aşamadığı dünya ekonomik krizi ve politik kriz ile sarsılıyor. 3. Dünya savaşının fiili adımları Suriye üzerinden atılmaya başlandı bile. Dünyanın bugünkü koşullarında bir dünya savaşı, nükleer bir savaş olasılığı demektir aynı zamanda. Dağılan bir üretim tarzı kapıdaki bir dünya savaşı -Öncekilerden farklı olarak bu kapitalist kriz ne savaşla aşılacak bir ekonomik kriz, ne de bu dünya savaşı klasik bir 'pazar' savaşıdır. İşçi sınıfı, sosyalizmi kurmanın dünyası ve insan türü adına hiç olmadığı kadar acil ve hayati olduğunu anlamalıdır. Yoksa, ötesi artık ya tam barbarlık olur ya da o bile olamaz...
Aybel Gün