“Gemiyi yaptıracak armatör ile tersane kendi arasında pazarlık yapıyor. Armatör ‘eğer kaza olursa ve ölürse (işçi) ben üç kişinin parasını öderim’ diyor. ‘Eğer 5’e çıkarsa 2’si tersaneye ait’. Yani baştan gemi yapılmadan bunun pazarlığını yapıyorlar. Yani yapılan her gemide 3 kişinin ölme hakkı vardır. ‘Biz böyle biliyoruz’ diyor Tuzla tersane işçisi”.
Yakın tarihte Tuzla Tersanesi patronları, dünya pazarına en lüks, en büyük gemileri yapmakla övünüyorken, her gemi başına, o geminin yapımı esnasında ölmesi neredeyse kesin olan işçilerin “kan parasının” kimin tarafından verileceğinin de pazarlığını yapıyorlar. Çünkü patronlar için, işçinin yaşaması için gerekenleri yapmak, işçinin ölümünden doğacak zararından fazladır. İşçi ise, bol ucuz, hayatı gibi cesedine ucuza alınabilen bir “şey”.
Bir dönem işçi ölümlerinin yüksek oranıyla öne çıkan tersanelerin, madenlerin yerini son yıllarda inşaat sektörü almış durumda. Bugün inşaat sektörü öyle bir mezbaha haline geldi ki, en çok işçi ölümü bu sektörde yaşanıyor: Çok basit sebeplerle ölüyor işçiler; düşme, elektrik çarpması, malzeme düşmesi, yapı malzemeleri kazası, şantiye ve trafik kazaları. %97 oranında kesinlikle önlenebilir olan bu ölümler, 50-100 tl’lik bir masraf bile “fazla” görüldüğü için önlenmiyor. İşçinin hayatı o kadar değersiz ki… İşte ölen bir işçinin cesedi, 3. Havalimanında olduğu gibi günler sonra bir pislik çukurunda bulunabiliyor ya da işi yavaşlatmasın diye hemen oralarda bir yere üstünkörü gömülebiliyor. İşçinin hayatı o kadar değersiz ki, patronların işçilerin geride kalan ailelerine en ufak bir hesap verme yükümlülüğü dahi bulunmuyor. İnşaat işçilerinin yaşadığı bu vahşet karşısında, Tuzla Tersanesi’nin cesetleri parayla satın alınan işçileri bile “en azından bizim ölümüz daha kıymetliymiş” diyebilir.
28 Kasım’da, “Dünyanın 2. büyük viyadükü olacak” denilen, yine 3. Havalanı inşaatının ortakları Kolin-Cengiz-Limak’ın yaptığı Kuzey Marmara Otoyolunun inşaatında 3 işçi 300 ton betonun altında ezilerek can verdi. Bu işçiler öyle pervasız bir cinayete kurban gittiler ki, bu cinayetin kurtarma görüntülerinin yayınlanması bile yasaklanıverdi hemen.
“Ama toplum (burjuvaziyi kastediyorum)” diyor Engels, “...binlerce insanı yaşamın gereklerinden yoksun bıraktığı içinde yaşayamayacakları konumlara soktuğu -kaçınılmaz sonuç olan ölüm gelinceye dek o koşullarda kalmaya yasanın güçlü eliyle zorladığı- bu binlerce mağdurun yok olacağını bildiği ve gene de bu koşulların sürmesine izin verdiği zaman, toplumun o yaptığı, bir bireyin yaptığı gibi ve aynı kesinlikte cinayettir; örtülü, kasıtlı cinayettir; hiç kimsenin kendini savunamadığı bir cinayettir; kimse katili görmediği için, mağdurun ölümü doğal göründüğü için cinayet gibi olmayan cinayettir. Çünkü suç, bir şeyi yapmaktan çok yapmamanın sonucudur. Ama cinayettir.” (İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu sf. 144)
Ölen işçiler, burjuva sınıfın cinayetinin kurbanları, kapitalist sanayi savaşının ölüleridir. Bu cinayeti işleyen burjuvalar serbestçe ortalıkta dolaşıp, ‘hayırsever işadamları’ olarak lüks bir hayatın sefasını sürerken, işçiler geride kalan ailelerinin ve sınıfdaşlarının ortak kaderinin acı duygusuyla, dünyanın en büyük yapılarından da büyük “doğal cinayetler” mezarına sessizce gömülüyorlar.
Uluslararası burjuva kuruluşlarının gerçeği oldukça kırparak verdiği rakamlar ile konuşacak olursak; bugün dünyada her 15 saniyede bir işçi, iş koşullarına bağlı olarak ölüyor. Günde 6.300, yılda 2,5 milyon işçi kapitalist üretimin içinde kasıtlı cinayetlerle ölüyor.
Türkiye ve Kürdistan’da, ekonomik kriz ve işsizliğin yarattığı baskıyla, gittikçe daha ağır ve berbat koşullarda çalışmaya zorlanan işçilerin iş cinayetlerinde ölüm oranları da korkunç boyutlara geldi. İSİG 2018 yılının ilk 9 ayında ölen inşaat işçisi sayısının en az 1.640 kişi olarak veriyor. Bu yalnızca resmi olarak kayıtlara geçenler. Ya hiçbir güvencesi olmadığı için hiç bir kayda geçmeyen, yaralanan, sakatlanan, işe bağlı hastalıklar sonucu ölen işçilerin sayısı nedir? Her gün gözümüzün önünde burjuvazi, seri cinayetleri işliyor ve sonra yüzündeki sırıtmayla ellerini yıkayıp, her türlü imtiyazla aramızda dolaşmaya devam ediyor.
Bugün inşaatta, sanayide, tarım ve madende işe giden her işçi her gün o işi o koşullarda yaparak ölümle yüz yüze geliyor. Bu koşullarda çalışan her işçinin, her gün göze aldığı hayati risk ve gerilim, bir devrimcinin sosyalizmi kurmak için verdiği mücadele içinde aldığı hayati riskten daha fazla hale geldi. Korkunun, koşullarını değiştirmek için bir şey yapmamanın öldürdüğü insan sayısı, cesaretten ölen insan sayısını aştığında, korkudan koşullarını değiştirmek için bir şey yapmamak da saçma hale gelir.
Bu koşullara, bu cinayet ve sömürüye son verecek olan işçi sınıfının kendisidir. Çünkü işçi sınıfı, sınıfsal çıkarı, kapitalizmi ortadan kaldırmaya dayanan tek sınıftır. Toplumsal gelişme yasaları, göstermiştir ki, toplumsal gelişmenin seyri içinde, en dibe vurulduğu sanılan anlar, aynı zamanda bir üst toplumsal gelişme basamağına sıçrama anlarıdır.
Bugün tüm toplumsal çelişkilerin bu halleriyle daha fazla yürütülemediği bir dip noktayı, yeni evreyi yaşıyoruz. Bu aynı zamanda bir üst gelişme basamağına, sosyalist üretim biçimine sıçrayışın da sağlanacağı evredir. Bu evrede üstünlük, bu çelişkileri çözme yeteneğini taşıyan işçi sınıfındadır. İşçiler burjuvazinin yararı için değil, kendi yararlarına olan sosyalizm için mücadele etmelidir. Çile çekecek ya da ölecekse de bu yolla ölmelidir. Böylece en azından kendi çocuklarına ve sınıfdaşlarına zincirsiz, sömürüsüz bir hayatın içinde, maddi ve manevi zenginlikle dolu bir yaşamı sunmuş olur.
Burjuvazi ile savaşta işçi sınıfının kaybedeceği tek şey, onları köleden beter hale getiren, cinayetlere kurban eden, yarı aç, yarı tok yaşatan zincirleridir. Kazanacakları ise sömürüsüz bir hayatın binlerce nimetidir. Zincirsiz bir hayata ise ancak bilinçli-hedefli bir mücadele ile gidilir. Her işçi ve emekçi için en büyük saçmalığın, kendi kurtuluşu için savaşmamak olduğu bu koşullarda işçiler devrimcileşmeli ve en yüksek sınıf örgütü olan Leninist Parti’nin etrafında kenetlenmelidir.
Aybel Gül