Devrim mücadelesi, büyük kitlelerin katılımının olduğu bir aşamaya girmiştir. Tam da bu süreçte devrim, devrimci kitlelerin eseridir. Sınıflar mücadelesinde, belirleyici bir dönem olmasından ötürü, ne için mücadele edildiğinin net ve kesin olarak ortaya konması, diğer dönemlere göre daha büyük bir önem kazanır.
Düşüncelerimizi kavramlarla ifade ederiz. Kavramların yetmediği yerlerde kelimelerin yardımına başvurulur. Kavramlar, dışımızdaki nesnel gerçekliği, somut olanı yansıtır. Kavramlar nesnel durumu, olguların, toplumsal süreçlerin özünü ne denli derinlikli yansıtırlarsa o denli değerli olurlar. Ama, şeylerin özünü yüzeysel, kaba olarak yansıttığında, değer ve etkisi o denli azalır. Kavramlarımız nesnel gerçekliği yansıtmadığı durumlarda düşüncelerimizle gerçeklik arasında bir çelişki ve tutarsızlık oluşur. Bazen de kullanılan kavramlar, olguların, süreçlerin tanımlanması ve adlandırılması, gerçekliğin üstünü örten bir örtü görevini görebilir.
Gerçeklik değiştiği zaman, gerçekliği yansıtan kavramlar da değişir. Fakat küçük-burjuvazi, gerçekliğin kendisi değişmeden de, gerçekliğin kavramını, gerçekliğin tanımını değiştirebiliyor. Ancak bunu yaparken unuttukları şudur ki, bir şeyin tanımı, kavramı değişince o şeyin kendisi de değişmiş olmuyor.
Kapitalist toplumun komünist topluma dönüştürülmesi, uzun bir tarihsel dönemi alır. Devrimci dönüşüm ve bunu sağlayacak olan toplumsal devrim, çeşitli etkenlerle daha da uzadığı zaman, bir çok insanda, özellikle küçük-burjuva çevrelerde, mücadele hedefini, burjuva toplum çerçevesiyle sınırlama eğilimi gelişir. Buna göre, kapitalist toplumda emekçi halk yararına bazı iyileştirmeler yapılabilir. Tüm çabalara karşın, bu alanda kayda değer bir iyileştirme, bir gelişme olmayınca, birçok insan bu noktanın da gerisine düştü. Bir gerileme daima başka gerilemelerin kapısını aralar. Düşüşün seviyesi, mücadeleyle varolan nesnel gerçekliği değiştirip, onun yerine yeni ve daha ileri gerçekliği gerçekleştirmek yerine, gerçekliğin adını değiştirmeye kadar vardı.
Toplumsal ilişkiler değişmeden, bu ilişkilerin adlandırılması bu bakışla değiştirildi. Bugüne kadar kullanılan “bilim adamı” ifadesi yerine, “bilim insanı” kullanılmaya başlandı. “Bilim adamı” adlandırması, bilim alanında erkeğin egemenliğini yansıtıyor. Daha derinlikli olarak da kadının toplumdaki eşitsizliği yani toplumsal konumunu ifade ediyor. Bilim toplulukları içinde kadınların sayısı, çalışmaları, ağırlıkları artınca, pratikteki bu değişikliğin kavrama yansıması kaçınılmaz. “Bilim adamı” gibi bu alanda kadını yok sayan bir isimlendirme değişmek zorundaydı. Ama unutulan, daha doğrusu üstü örtülen, bu yeni isimlendirmeye rağmen kadının bilim alanında toplumsal konumunun değişmediğidir. “Bilim insanı” ifadesi, bu adlandırmaya rağmen, bu adlandırma altında, kadının eşitsizliğine dayanan toplumdaki gerçek durumunun değişmediği gerçeği ortaya konarak kullanılmalıdır.
Asıl mesele, yaşamın tüm alanlarında kadın-erkek eşitliğini gerçekleştirmektir. Yaşamda eşitlik, kadının toplumsal konumunun tamamen ve en temelden değişmesi, bugünkü toplumsal sistemin, toplumsal ilişkilerin devrimci dönüşümünü gerektirir. O zaman değişen nesnel durum, yani yeni olan, yeni kavramlarla ifade edilir. Kavram, nesnelliği tanımlamış olur.
Amerika'da ve Avrupa’da hizmet alanında çalışan ücretli emekçilerle birebir yapılan görüşmelerde, “işçi misin?” sorusuna, “hayır, ben orta sınıftanım” yanıtı veriliyor. Soruya yanıt veren çalışanların bir kısmı yıpratıcı, ağır işler yapmalarına rağmen, kendilerini orta sınıftan sayıyorlar. Onlara göre işçi, ağır sanayide çalışanlardır yalnızca. Onların böyle düşünmelerinde burjuvazinin ideolojik-siyasal etkisinin kesin rolü var. Bu düşünce biçiminin, işçi aristokrasisi içinde yerleştiği bir gerçek. Ama işçi aristokrasisi ilişkisine giremeyecek kadar kötü koşullarda bulunanlar da burjuvazinin ideolojik etkisine giriyor. Kuşkusuz, Atlantik’in iki yakasında, işçiler, on yıllar süren mücadelelerle elde ettikleri kazanımlarını yitirdiler. Böylece sınıf mücadelesi keskinleşti ve sınıf savaşı şiddetlendi. Bu gelişmenin işçilerin düşünme biçimini değiştireceği açık. Fakat işçilerin tam aydınlanması için işçi sınıfı partisinin ideolojik-politik mücadelede de etkin olması gerekiyor. Şurası kesindir ve proleter sınıf savaşımının tarihi tarafından doğrulanmıştır ki, sosyalizmle, işçi sınıfı partisiyle bütünleşmeyen işçi hareketi, burjuvazinin etkisine girer.
Türkiye ve Kürdistan’da hem işçilerin, hem kafa emekçilerinin burjuvazinin etkisiyle düşünüp hareket etmelerine sık sık tanık oluyoruz. “Ataması yapılmayan öğretmenler”in eylemlerinde bu sloganla karşılaşıyoruz: “ücretli köle olmayacağız” vb. Oysa öğretmenlerin giderek artan kısmı, özel okullarda çalışıyor ve ücretli emekçidir. Devlet okullarında çalışan öğretmenlerin durumu diğerlerinden daha kötü. Ama onlar, kendilerini işçilerden çok, orta sınıfa yakın görüyorlar. İçlerinde az bir kesimi orta sınıfa yakın bir yaşam sürdürürken çoğunluğun yaşam koşulları her geçen gün işçilerin yaşam koşullarına yaklaşıyor. Buna rağmen burjuvazinin etkisi hepsi üzerinde görülüyor. Ancak bu anlayış, emperyalist ülke emekçilerinde görülen etki kadar, çalışanlar arasında iyice yerleşmiş değil. Emekçiler üstündeki burjuva etki, sınıf çelişkilerinin ve sınıf savaşının keskin oluşu ve komünistlerin çalışmalarının etkisiyle hızla dağılıyor.
Burjuva etkinin, kafa emekçilerinin üstünde kendini göstermesinin belirli bir maddi zemini var. Kafa emekçilerinin yaşam biçimi ve eğitim durumu buna zemin hazırlıyor. Burjuva ideolojik-siyasal etki, kol emekçileri ve işçi sınıfı üzerinde daha karmaşık ve farklı biçimlerde kendini gösteriyor. İnşaat işçilerinde şu sözü çok sık duyar olduk: “Biz köle değiliz” ya da “kölelik koşullarına hayır” vb. Bunda, kapitalizme karşı sınıfsal bir tepki, bir isyan var. Ama öte yandan bu sözde hem bir bilinçsizlik var, hem de kapitalist köleliğin, ücretli köleliğin üstünü örtüyor. Ücretli köleliği gözardı eden her söz, tanım, slogan, işçi sınıfının tam kurtuluşu mücadelesine zarar verir.
Ücretli kölelik, kendisinden önceki tarihsel kölelik biçimleriyle (kölelik, serflik) tarihsel olarak farklı bir biçimdir. Fakat, ücretli emek de bir tarihsel kölelik biçimidir. Ücretli emeğe dayanan toplumsal düzen, bir kölelik düzenidir; çünkü bu düzende işçilerin artı-emeğine kapitalistler tarafından zorla el konulur. Bir karşılaştırma yapmak gerekirse, ücretli köleliğin her yerde tarihteki kölelikten daha iyi koşullara sahip olduğu söylenemez. Köle sahibi, kendi çıkarı gereği, kölenin sağlığı ve yaşamını sağlayacak şartları oluştururken, ücretli kölelerin ise hiçbir güvencesi yoktur. Sermaye durmadan gelişirken, işçi sağlığını, gücünü, enerjisini yitirir -kendini erkenden tüketir. Kapitalist, işçinin işine istediği zaman son verir, böylece onu açlığa, yoksulluğa iter, yaşamdan dıştalar. Sonuç olarak, ücretli köleliğin, kölelikten daha iyi olduğu anlamına gelen sözler, kapitalist kölelik düzenine karşı verilen devrimci sınıf savaşını zayıflatır. İşçi sınıfının hedefi, ücretli kölelik sistemi olan kapitalist toplumsal düzeni yıkmak, insanın insan üzerindeki sömürüsünün her biçimini ortadan kaldırmaktır.
İşçi sınıfının temsilcisi olduğunu ileri süren siyasi hareketlerin, bu konuda suskun kalmaları çok ilginçtir. Bu, emekçilerin arasında görülen hatalı görüşlerin kabulü anlamına gelir. Elbette, kendi görüş ve sloganları yanlış olanların emekçilere söyleyeceği bir sözü olamaz.
C.Dağlı