Hepimizi tarifsiz bir acıya ve dehşete düşüren o korkunç 6 Şubat gecesinin üzerinden tam bir sene geçti. Ne ölümüze ağlayabildik, ne dirimize sevinebildik. Tarifi gerçekten çok zor bir durum. Her gün yeniden ve yeniden yaşadığımız korkunç bir acı.
Acının rakama gelir yanı yoktur. Bu devletin rakamlarının ise gerçekle alakası yoktur. Hiçbir zaman olmadı. Hiçbir zaman, hiçbir “felakette” gerçek sayıları açıklamadı. Kimleri nasıl kaybettiğimizi bile öğrenemeden, moloz yığınları kepçelerle dolduruldu kamyonlara. Molozlar arasında parçalanmış cesetler... Onca karşı çıkışa, bilimsel uyarıya kulak asmadan alelacele boşaltıldı sağa sola. Malum, acelesi vardı rant peşinde koşanların. “Allahın lütfu” peşinde koşan dinci faşist iktidarın başı ve avenesi, ölümlere seyirci kalmakla yetinmeyip, yıkım adeta katlansın diye her türlü kasıtlı beceriksizliği sergileyen bu güruh, acılarımızdan da yüksek karlar devşirmenin derdine düşüverdi.
Kuşku yok, sorun bu hükümet, onun başındaki zat ve avenesi değil. Nice hükümetler gördük, nice “doğal felaketler” sırasında. Bir eksik, bir fazla, yoktu birbirinden farkları. Kimileri deprem yardım paralarıyla memur maaşları ödedi, kimileri o yardım paralarını bir anda iç etti. Ama hiçbiri yıkıma uğrayan yoksul halkın yarasına bir parça merhem olmaya yeltenmedi.
Ne yerbilimcilerin uyarı ve önerileri dikkate alındı, ne geleceğe dönük önlemler gündeme geldi. Acılar yaşandı, yaşanmaya devam ediyor. Ve önümüzde göz göre göre gelmekte olan daha büyük “doğal afetler” var.
Devlet ve hükümetler zerre oralı değil. Evet, bu aşikar. Fakat suçu bu kısımla sınırlamak doğru değil. Ya da hatta bir adım daha atalım. Deprem sonrası hakkında muazzam bir öfke oluşan, yıkımın ölçeğinin bu denli büyük olmasının sorumlularından olduğu defalarca açıklanan mevcut Antakya belediye başkanının (“ana muhalefet” CHP’lidir kendisi) önümüzdeki yerel seçimlerde yeniden aday gösterilmesi, bir bütün olarak “burjuva siyaset dünyasının” emekçi halk karşıtı özünün çarpıcı bir göstergesidir kuşkusuz. Ama yaşanan acının sorumluluğunu salt “burjuva siyaset dünyası” ile sınırlamak da doğru değil. Burjuva siyaset, tıpkı burjuva devlet gibi, bu sorunun önemli parçalarındandır. Ama her ikisinin de üzerinde yükseldiği ortak temel, mevcut kapitalist üretim ilişkisinin ta kendisidir.
Kimse kalkıp “Japonya da kapitalist bir ülke” diye başlamasın. Tarihsel ve toplumsal doku farkları bir yana, emperyalist ülkelere öykünen altı boş genel geçer itirazlarla faturayı en iyi ihtimalle siyasete, en kötüsü ise “cahil halka” kesen bu aklı evveller, örneğin Fukuşima’daki suyun okyanusa salınmasında görüldüğü gibi, aynı kapitalist temelden beslenen “siyasi kültürün benzerliği”ni bir an olsun düşünmezler!
Tekrar tekrar söylüyoruz. Temel suçlu, kapitalist üretim ilişkisidir. İnsanı ve doğayı değil, en başa karı koyan, üretimin kendisini bile kar uğruna katlanılması gereken bir zorunlu bela olarak gören, gölgesini satamadığı ağacı kesen, kar uğruna milyarlarca insanın sağlığını korkunç salgınların pençesine atan, aynı kar uğruna milyonlarca insanın hayatlarına mal olan savaşları çıkartan... kapitalizm, her tür “doğal felaket”in gerçek anlamda bir “toplumsal felakete” dönmesinin asıl sorumlusudur.
Bilimciler üstüne basa basa söylüyor: Deprem değil, çürük bina öldürür! Doğru, ama eksik. Çürük binalar hangi temelde yapılıyor? O binalarla kurulu bir plansız (çarpık) kentleşme, hangi temelde doğuyor? (Sözün burası, insanların normal evlerde değil, sadece bir yatak konulan adeta tabutluklarda yaşamın alabildiğine yaygın olduğu Japonya dahil, tüm kapitalist dünyayı kapsar.)
Çarpık kentleşme denilen şey, kapitalist kentleşmenin ta kendisidir. Kentleşmenin ve kentlerin temel haline gelişi zaten kapitalizmin ürünüdür. Kapitalist sanayileşme kırsal yapıyı çözer, mülksüzleştirilen (“ilkel birikim süreci”) yığınlar, işgücü olarak kentlere, atölye ve fabrika gibi üretim birimlerinin kurulduğu alanlara çekilir. Kapitalizmin şafağında bu, genel olarak üretim biriminin (fabrika, maden, tersane vb.) kurulduğu alana hızlı bir işgücü göçü ile yaratılan kentler şeklinde gelişti. Doğal olarak bir merkezi planlamanın ürünü olarak değil, tamamen bireysel sermayelerin karlı görülen alanlara yaptıkları yatırımlarla büyüdü. Bizim gibi kapitalist gelişmesi emperyalist dönemde, emperyalizme bağımlılık temelinde geç gerçekleşen ülkelerde ise, bu süreç, tam bir kaotik kentleşmeyi yarattı. Kırsal doku, kapitalist sanayileşme hızının çok ötesinde bir hızla çözüldü. Kentlere hücum oldu. Kentlerin dış çeperlerinde muazzam bir hızla büyüyen gecekondular (Latinlerde “teneke kentler”, Macarların dilinde “varoş”lar, barakalar), geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısının temel görüngülerinden biriydi. Bu “gecekondu semtlerinin/mahallelerinin” her seçim döneminde iskana açılması, derme çatma çok katlı binaların hızla serpilip gelişmesi, altyapının tüm bu plansızlığı beslemekten alabildiğine uzak olması... Tüm bunları ülke olarak biz bizzat yaşadık. Bizimle birlikte Latin Amerika ve Güney Asya başta olmak üzere hemen tüm bağımlı ülkeler yaşadı.
İster emperyalist ülkeler olsun, ister bağımlı kapitalist ülkeler olsun, farketmez, üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanan, merkezi planlamadan yoksun bir üretim biçiminde başka türlü olması mümkün değildir. Kapitalist düzende bireysel çıkar denen şey, toplumsal çıkarın üzerindedir. Haliyle özel çıkar sağlamak, kar (ve bu karın biçimlerinden biri olarak rant) elde etmek, kapitalist kentleşmenin itici gücüdür. Konut yapımı, günümüzün “modern uydu kentleri” dahil çeşitli yapı projeleri, tamamen rant elde etmek için spekülasyona dayalı olarak gerçekleştirilir. Kapitalist kentlerin tarihsel olarak oluşum sürecindeki çarpıklığı geçtik, ki bu çarpıklık günümüz kentlerinin tümünün temelinde yer almaktadır, bugünün ileri teknolojisinde de aynı çarpıklık süregitmektedir. Çünkü işin temeli, kapitalist üretim ilişkisidir.
Hükümetler, belediyeler, kimi arazileri iskana açarken “işin getirisini” düşünürler, insan ve çevre sağlığını değil. Kuşkusuz yasalar vardır, zemin etüdü, çevre raporu vs. türlü çeşit kriterler mevcuttur. Ama “işin getirisi”, yani bu işten hükümet ve belediyenin ne kazanacağı, bu işten belli bazı “özel çıkarlar” grubunun neler kazanacağı, yatırılan sermayenin kendini kaça katlayacağı, tüm bu “mevcut kriterleri” her adımda aşındırır, esnetir ve çoğu durumda büsbütün geçersiz kılar. Bu türden yozlaşma ve çürüme, bu düzende bir yazgı halindedir. Aynı şekilde konut yapımını üstlenen firmalar ise kar marjlarını yükseltmek için maliyetleri aşağı düşürme yolunu tutarlar. Ve her zaman ilk ödün verilen güvenliktir. Hem işçi sağılığı ve güvenliği, hem yapılan binaların güvenliği...
İşin bir kısmı budur. Öbür kısmı ise, kapitalist toplumda belediye ve hükümet, yozlaşma ve çürümeye ne denli direnirse dirensin, bütüncül, merkezi olarak planlanmış, insan sağlığına uygun ve çevreye uyumlu kentler kurma yetenek ve dürtüsünden uzaktır. Emperyalist ülkeler dahil, aksi bir örnek gösterilemez.
Kentin planlı ve düzenli biçimde kurulmasında özel mülkiyet ve bireysel çıkar yoktur. Bu yüzden de bireysel çıkarın temel olduğu kapitalist toplumda planlı kentler beklemek, hayalciliktir. Kapitalist toplumda bizi bekleyen şey, her doğal etkenin hızla bir “toplumsal felakete” yol açmasından başka bir şey değildir.
Deprem, sel, büyük yangınlar, toprak kayması... Kapitalist toplumda bunların her biri emekçi yığınların yaşamını tehdit eden toplumsal felaketlerdir. Bu yüzdendir ki deprem, sel, orman yangınları vb. “doğal felaketler” değil, kapitalizm öldürür.
İnsanlık ve doğa, bu düzen altında ölüm kalım ikilemine gelip dayanmıştır. Ya toplumsal devrim kapitalizmi ortadan kaldırır ve doğayla uyumlu bir toplumsal yaşamın kapıları açılır, ya da kapitalist sömürü düzeni, insanlığı ve doğayı çöken kapitalist uygarlığın enkazları altında yok oluşa sürükler.