Türkiye ve Kürdistan'daki sosyal reformist, uzlaşmacı parti ve örgütlerle onların ayak izlerini takip eden oportünist hareketlerin talihsizliği, darkafalı ahmak liberallerin önlerine sürdükleri kavramlara eleştirel bakmak yerine olduğu gibi kabul edip kullanmalarıdır.
Bu, ideolojik-teorik düzlemde kendine güvensizliğin yanı sıra, kişilik yoksunluğunun da sonucu ve ifadesidir. Böyle davranan sosyal reformist partiler ve uzlaşmacılar ideolojik-teorik gıdalarını işte bu darkafalı, ahmak liberallerden alıyorlar. Kendilerinin ideolojik-teorik üretimde bulunuyor göründükleri yerde, aslında tüm kavramlarla birlikte sorunun özü liberallerden alınmadır.
Buna sayısız örnek gösterilebilir. Politik mücadele ve değerlendirmelerde önemli yer tutan kapitalist düzenin ekonomik-politik krizi hakkında konuşurken kullandıkları “çoklu kriz” kavramı verilebilecek örneklerden biridir. Oysa, ne Marx-Engels'te ne de Lenin'de “çoklu kriz” kavramı bulunur. Marksist teorinin kurucularının kapitalizmin ekonomik krizlerine ilişkin düşüncelerini Lenin, son derece sade ve anlaşılabilir bir şekilde, ekonomik ve politik kriz, yani devrimci durum olarak kavramlaştırır ve proletaryanın devrimci durum koşullarında izlemesi gereken temel politik hattı ana çizgileriyle ortaya koyar.
Sosyal reformist partiler ile uzlaşmacı partinin; onlarla birlikte hemen hemen tüm oportünist örgüt ve partilerin yıllardır dillerinden düşürmedikleri “tek adam rejimi” kavramı bütün bu saydığımız parti ve çevrelerin politikaları üzerinde diğerleriyle kıyas kabul etmeyecek derecede etkili bir başka örnek oldu.
Öyle ki, sosyal reformist ve uzlaşmacı partiler ile oportünist hareketler, bütün güncel politikalarını, mücadele hedeflerini, propaganda ve ajitasyonlarının içeriğini liberal darkafalılardan ödünç aldıkları bu slogana uygun biçimde belirler oldular.
İster seçim politikalarında olsun, ister diğer günlük politik mücadele hedeflerinde olsun, “tek adam rejimini” yıkmak, olmadı geriletmek; bu rejimi Kürdistan meselesinde diyaloğa, barış ve uzlaşmaya, siyasi çözüme ikna etmek temel perspektif olageldi. Sorunu bir sınıfın, tekelci sermaye sınıfının egemenliği sorunu olarak ele almayınca bu sosyal reformist batağa saplanmak kaçınılmaz oldu. “Tek adam” rejiminde, baştaki adamı alıp yerine başka birini koyunca sorunun çözüleceği algısı kitlelerin bilincine yerleştirildi. İki ülkenin işçi sınıfı ve emekçileri böyle yanıltıldılar.
Gerçekte ise, her şeye kendisi karar veren, neredeyse tüm kötülüklerin kaynağı olan, her şeyi elinde tutan bir “tek adam” yoktu. Sahne önünde mayın tarlasına sürülmüş bir “adam” görünüyor olsa da gerçek karar alıcılar başkalarıydı. Bunlar, tekelci burjuvazinin, emperyalist mali sermaye güçlerinin “ofis”lerindekilerdi. Bunlar, faşist devletin kilit noktalarını yine bu birinciler adına ellerinde tutanlardı.
Sahne önünde gördüğümüz şahıs ise, devlet ve toplum yönetiminde ciddi-önemli konularda kulağına fısıldananları kendi görüşü gibi ortaya atan; böylece, emekçi sınıflar ve ezilen halklar gözünde tüm sorumluluğu üstlenen bir “görevlendirilmiş”ten başka bir şey değildi. Leninistler, yıllarca bu gerçeğe işaret ettiler ve iki ülkenin emekçi sınıflarının yanıltılmasına karşı mücadele ettiler. Şimdi, Leninistlerin bilimsel yollarla ulaştıkları sonuçları doğrulayan pratik veriler ortaya çıkmaya başladı. Leninistler, yine uzun yıllardır, faşist Bahçeli'ye dikkat edilmesi gerektiğini çünkü gerçek güç odaklarının, burjuva egemenliğin asıl muhafızlarının söylemek istediklerini önce Bahçeli'nin kulağına fısıldadıklarını; haliyle, tekelci sermaye sınıfı ve faşist devletin yönelim ve politikalarının ilk işaretlerini bu kıdemli faşistin sözlerinde bulanabileceğine işaret ettiler.
Sosyal reformist ve uzlaşmacıların tüm sinirlerini gevşeten “yumuşama-normalleşme” tiyatrosu hakkında konuşurken CHP Genel Başkanı bu gerçeği ortaya koyuyor. Bahçeli'nin açıklamaları hakkında konuşurken şöyle diyor Özgür Özel:
“Hem de kendisi üzerinden bir sınırsız kredi tahsisiyle ne olursa olsun arkandayım deyip olası bir dışarıda kalma durumunda geri dönüşün veya her halükârda bir destek verme taahhüdüyle hep meselenin sadece AKP’nin siyasi duruşu, yapısıyla ilgili değil; Türkiye siyasetini kurgulayan bir başka aklın da verdiği bir görevin de ifadesi ve itirafı var.... Demek ki başka bir büyük planın içinde, büyük bir yapının içinde bir konumda demek ki. Onun da itirafı var orada.”
Evet “tek adam rejimi”nin uyguladığı politikalar, “AKP'nin siyasal duruşu, yapısıyla ilgili değil; Türkiye siyasetini kurgulayan bir başka aklın da verdiği bir görevin de ifadesi ve itirafı var”. Ama gerçekliğin bu denli açıklığında bile sosyal reformist ve uzlaşmacı partiler bu sefer “derin devlet” kavramına sarılarak bir kaçış yolu bulmaya çalışırlar. Hayır, “Türkiye siyasetini kurgulayan” bu faşist devletten başka ya da onun içinde ayrı bir “derin devlet” yok. Varsa yoksa bildiğimiz faşist devlet ve onun temel, karar alıcı olduğunu tahmin etmekte kimsenin zorlanmayacağı organları var.
Demek ki, orta yerde “tek adam rejimi” değil, tekelci sermaye sınıfı egemenliği ve bu egemenliği koruyan bir faşist devlet varmış. “Tek adam rejimi” kavramı, öyle “masum”, basit yanılgı içeren bir kavram değil, iki ülke işçi sınıfının, emekçi halklarının faşizme karşı mücadelesini düzen içinde tutmaya yarayan bir kavramdır. Tüm sosyal reformist ve uzlaşmacı partilerin bu kavrama sarılmalarının nedeni bu.
İki ülke işçi sınıfı ve emekçi halklarının faşizme karşı mücadelesi, “Türkiye siyasetini kurgulayan” tekelci sermaye sınıfı ve faşist devleti hedef alan bir devrim mücadelesi olmak zorunda. “Tek adam rejimi”, bu hedefi karartan, gizleyen, şaşırtan bir kavramdır.