Geçtiğimiz günlerde Burkina Faso, dünyanın en büyük altın işleticilerinden biri olan İngiliz tekelinin işlettiği iki altın madenini ulusallaştırdı. Böylece 1960 sonrası “kalkınmacı” bir yönelimi benimseyen Afrikalı ulusal-devrimcilerin yolundan gittiğini gösterdi.
Burkina Faso’nun genç devrimci lideri İbrahim Traore (henüz 35 yaşında), “Afrika’nın Che’si” diye anılan Thomas Sankara’nın izinden gittiğini her fırsatta gösteriyor. Sankara, Marksist eğilimli devrimci bir subay olarak Burkina Faso’da sosyalizm yönelimli bir politika izlemiş, 1987’de darbe ile devrilerek katledilmişti. Traore de Sankara’nın çizgisinde ilerliyor.
Geçen yıl Rusya’da düzenlenen Rusya-Afrika zirvesinde “Benim neslim şunu anlamıyor: Bu kadar zenginliğe sahip Afrika bugün nasıl olur da dünyanın en fakir kıtası oluyor? Ve neden Afrikalı liderler dilenmek için dünyayı dolaşıyor.” şeklinde konuşmuştu. Bir başka yerde de, Afrika Birliği’ne "İsyan etmeyen bir köle acınmayı hak etmez! Afrika Birliği, kendi Batı kuklası rejimlerine karşı savaşmayı seçen Afrikalıları kınamayı bıraksın” diyerek çatmıştı. Geçmişin ulusal-devrimci ve sosyalist Afrika devrimci hareketleriyle paralellik dikkat çekici.
Elbette her toprak, kendi devrimci tarihinden öğrenir. İşin bir yanı budur. Diğer yanı ise şu: geçmişe benzer uluslararası koşullar, geçmiştekine benzer devrimci yönelimi tetiklemektedir. Kuşkusuz geçmişin tekrarı asla mümkün olamayacağı için onun bire bir yinelenmesi değildir bu devrimci yönelim.
1960 yılı, “Afrika yılı”dır. 18 Afrika ülkesi 1960’da siyasal bağımsızlığını kazanmıştır. Bu bağlamda 14 Fransa, 2 Birleşik Krallık, 1 Belçika, 1 İtalya sömürgesi bağımsız olmuştur. Sovyetler Birliği’nin başını çektiği güçlü sosyalist blokun varlığı, ulusal kurtuluş hareketlerine muazzam bir itilim vermiş, bir bölümünde sosyalist eğilimli olmak üzere, ulusal-devrimci hareketler siyasal bağımsızlıklarını kazanmışlardır.
Hiç kuşku yok ki, bu başarı, verilen zorlu mücadelelerin sonucudur. Bir dünya sistemi olarak sosyalizmin maddi ve manevi desteği önemli rol oynamıştır. Ama öte yandan, kapitalist ilişkilerin dünya ölçeğinde geldiği düzey, klasik sömürgeciliğin yerini başka bir ilişkinin, bağımlılık ilişkisinin alacağı koşulları yaratmıştı. Böylece klasik sömürgecilik dünyanın büyük kısmında hızla yıkılırken, yerini “yeni-sömürgecilik” denilen bağımlılık ilişkilerine bıraktı. Siyasal olarak görüntüde bağımsız, iktisadi, mali ve askeri açıdan bağımlı ülkeler oluştu.
Bu değişim kuşkusuz sermaye sınıfının, emperyalistlerin keyfi isteklerinin sonucu olmadı. Sömürge halklarının ağır bedellerle örülü kahramanca mücadelesi, sosyalist dünya sisteminin yarattığı baskı ile birleşince, klasik sömürgecilikten yeni-sömürgeciliğe geçiş, neredeyse bir on beş yıllık zaman diliminde tüm dünyada gerçekleşti.
Afrika’daki antiemperyalist gelişmeler çok önemli. Geçen yüzyıldaki kutuplaşmayı andırır şekilde, emperyalistlere karşı nesnel olarak gerçekleşmekte olan bir karma antiemperyalist cephenin güçlenmesiyle, uluslararası koşullar çeşitli ülkelerde devrimci, halkçı gelişmelere güç katar hale bürünüyor. Küresel ölçekte oluşan gözenekler, salt sosyalist devrimlerin değil, demokratik halkçı gelişmelerin de önünü açıyor. Tüm bunların, emperyalist egemenliği temellerinden sarsan gelişmelerden olduğu, bu haliyle dünya devrimine güç verdiği görülmeli mutlaka.
Ama unutulmasın. Kendi içinde yalıtık bir antiemperyalizm olamaz. Tarihte bunun ceremesini en başta Afrika çekti. Ulusal kurtuluş mücadeleleri, bu açıdan antiemperyalist mücadelenin sınırlarını ve sınırlılıklarını gösteren zengin bir laboratuvar oldu. Sosyalizme yönelen, ulusal kurtuluşu toplumsal kurtuluş ile birleştirmeye çalışan ülkeler haricinde hemen hepsi, kapıdan kovdukları emperyalistlerin bacadan geri girdiklerine tanık oldular. Klasik sömürgecileri yendiler. Defettiler. Ama sonunda, görünürde siyasal bağımsızlıklarını kazanmış olan ülkeler, en başta iktisadi, mali ve askeri olarak emperyalist merkezlerin pençesine düştüler.
Bağımlılık ilişkileri olarak şekillenen “yeni-sömürgecilik”, emperyalist ülkelerle diğer kapitalist ülkeler arasındaki yeni ilişki biçimi oldu. Antikapitalizme büyümeyen hiçbir antiemperyalist hareketin başarı şansı yoktur.
Öte yandan, bugün, Rusya’nın Ukrayna’da verdiği antifaşist (ve kaçınılmaz olarak antiemperyalist) savaşın, bu savaşta elde ettiği başarıların, ve Rusya-Çin ikilisine eklemlenen aralarında sosyalist ülkelerin de olduğu bir dizi devletin oluşturduğu karşıt kutbun yarattığı “boşluk”, sadece devrimci gelişmelere yol açmıyor, fakat aynı zamanda Afrika’da ve diğer pek çok kıtada çeşitli bağımlı kapitalist ülkelere de belirli bir hareket alanı yaratıyor. Örneğin içeride devrimcilere savaş açmış olan Kenya’nın başkan Rutto’su, bu hareket alanından faydalanıyor. Keza Sudan’ın karşı-devrimci iki karşıt kutbu, ElBurhan’ın ordusu ve Hemeti’nin Cancavidleri, bu türden “boşluk”tan faydalanmanın yollarını arıyor.
Özcesi, bu nesnel uluslararası durum, kendiliğinden devrimci-sosyalist bir gerçeklik yaratmaz. Bu açıdan kendini sadece “antiemperyalizm” ile tanımlayan, yahut asıl ağırlığı bu noktaya veren bir bakış açısı, sapla samanı ayırt etmekte başarısız olur. Uluslararası politikada bu türden sınırlılıkları ve yanlış yönelimleri sıklıkla görüyoruz.
Öbür taraftan, Rusya-Çin’in başını çektiği kutbun yarattığı muazzam etkiyi “emperyalistler arası savaş” etiketi ile gözlerden saklamaya çalışanlar, emperyalist burjuvazinin hiddetini üzerine çekmekten çekinen, “kurulu düzenin altüst olmasından” öcü gibi korkan bir çizgiyi, sosyal şovenizmi savunuyorlar.
Gerçekliğin gözünün içine bakacağız. Ne kendimizi kandıracağız, ne de “kitabın ortasından konuşma” sevdalılarının yaptığı gibi, gerçekliğe burun kıvıracağız.