İran ile İsrail arasında bir garip “misilleme sarmalı”, çok yönlü değişkenlerin dahil olduğu çok bilinmeyenli denklem halinde devam ediyor.
Siyonist rejimin “cezasızlık zırhı”na bürünerek pervasız saldırılar yaptığı dönem çoktan bitmişti. Özellikle Filistinli savaşçıların 7 Ekim’de gerçekleştirdiği “Aksa Tufanı”, Siyonist varlığın kırılganlığını bütün çıplaklığıyla ortaya serdi. İsrail’in emperyalizmin askeri, mali, siyasi, kültürel, medyatik desteğini alarak Gazze’de giriştiği soykırım, bu tarifsiz vahşet, Siyonist rejimin içine yuvarlandığı çöküş sürecini durdurmaya yetmedi. Tam tersine, tüm dünyada çok güçlü bir Filistin devrimiyle dayanışma dalgası yarattı. En başta emperyalist merkezler olmak üzere bütün dünya başkentleri Filistin bayraklarının dalgalandığı eylemlere tanık oldu, olmaya devam ediyor. Emperyalist hükümetler, adeta halklarından gizli bir şekilde İsrail’i desteklemek zorunda kaldı. Filistin sorunu, bu hükümetlerle emekçi yığınlar arasında çok derin bir ayrışmanın, bir kopuşun konusu haline geldi.
Faşist Netanyahu yönetimi, emperyalizmin tam desteği ile hareket etse de, mevcut koşullarda ayakta kalabilmenin yolu olarak büyük bir bölgesel savaşı başlatmayı görüyor. Çünkü böyle bir savaşta ABD-NATO güçlerinin İran’ı büyük bir yıkıma uğratabileceğinin hesabını yapıyor. Bunun için de bizzat ABD-NATO’yu İran ile karşı karşıya getirecek bir savaşı başlatmak için elinden gelen her şeyi yaptı, yapmaya devam ediyor.
Siyonist varlık kendini hiçbir yasayla, teamülle, uluslararası diplomatik kurallarla, “ahlaki değer” ile sınırlamıyor. Bir bakıyorsunuz diplomatik misyonlara saldırmış, bir bakıyorsunuz BM barış gücü askerlerini vuruyor; gazete-televizyon binalarını havaya uçuruyor, hastaneleri özel olarak hedef alıyor; sivil havalimanlarını bombalıyor... Bütün eylemleri tahammül edilmez bir vahşet, acımasızlık ve kışkırtıcılık taşıyor.
Tüm bunlara rağmen yitirdiği “dokunulmazlık zırhını” yeniden kazanamıyor. Ne Gazze soykırımı, ne Nasrallah ve tüm Hizbullah komuta kademesinin katledilmesi, ne Seyfullah’ın öldürülmesi bu dokunulmazlık zırhını onarmaya yetti. Tüm medyatik şova rağmen istediği sonucu alamadı Siyonist rejim. Tam tersine İran’ın 1 Ekim’de gerçekleştirdiği misilleme eylemi bir çırpıda yaratılan havayı altüst etmeye yetti.
Bu yüzdendir ki 1 Ekim sonrasında üst perdeden tehditler savurdu İsrail. Söylem düzeyinde eli o kadar yükseltti ki, “nükleer tesislere mi saldıracak, yoksa petrol tesislerine mi”, “Hamaney’e suikast mi yapacak” vb. bir dolu tahmin sürüldü ortaya. Neredeyse bir ay boyunca “bugün, yarın” diye bekleyip durdu tüm kamuoyu. Bu süre zarfında Hizbullah’a yönelik ağır bombardımanlar eşliğinde girişilen kara savaşında büyük kayıplar vermeye başladı İsrail ordusu. Hizbullah’ın İsrail askeri üslerine karşı gerçekleştirdiği füze ve drone saldırıları, içeride ordunun ve toplumun moralini büyük oranda çökertti. İsrail’den dışarı göçler hızlandı. Aynı zamanda Yemen’den fırlatılan füze ve drone’lar, İsrail savunmasını aşıp hedeflerine ulaştı.
Özcesi, faşist Netanyahu yönetiminin sesi ne kadar yüksek çıkarsa çıksın, vahşet ve gaddarlıkları ne kadar artarsa artsın, gelişmelerin genel yönelimi siyonist rejimin geleceğini tehdit eden bir doğrultudaydı. İsrail’in güçsüzlüğü apaçık görünüyordu. Hem Gazze’de, hem Lübnan’da girişilen ağır bombardımanları bile tek başına yapamayacak bir durumda olduğu, ABD’den gelen milyarlarca dolarlık silah ve mühimmatlarla iyice anlaşıldı. Dahası, ABD en gelişmiş hava savunma sistemlerini art arda gönderip durdu İsrail’e. Yani tüm propagandaya rağmen İsrail’in kendini savunma kapasitesi çoktan sınıra gelip dayanmıştı ve her taraftan delik deşik olmaya başlamıştı. Doğu Akdeniz’de ve Hint Okyanusu’ndaki ABD-İngiltere donanmasına, Kıbrıs’taki İngiliz üssüne, Ürdün-Irak-Katar vb. ABD üslerine, buralarda bulunan yüzlerce savaş uçağına ek olarak THAAD bataryaları bu yüzden gönderildi İsrail’e.
Netanyahu 1 Ekim gecesi esip gürlese de, ABD liderliğindeki emperyalizm mevcut şartlarda bir bölgesel savaşı başlatmayı uygun görmediği için, üst perdeden dillendirilen misilleme konusunda frene basıldı. Aradan neredeyse bir ay geçti. ABD-NATO bu süre zarfında ölçüp biçti. Kesin sınırlar çizilmiş bir “eylem planı” oluşturuldu. 26 Ekim gecesi düğmeye basıldı ve İsrail misillemesi gerçekleştirildi.
Bu misilleme öncesinde iletişim kanalları açık tutuldu ve önceden olası hedefler bildirildi. Sınırlı tutulacak bir eylem olacağı bir şekilde karşı tarafa iletildi. Sahne önünde esip gürlemekten geri durmadı cümle emperyalistler. İran’a sopa sallayıp durdular. Medya aracılığıyla İsrail misillemesini devasa bir gövde gösterisi gibi sunmaya gayret ettiler: Yüzden fazla savaş uçağı, dronlar, füzeler...
Oysa basına yansıyan böylesine bir “devasa eylem” yok. Hatta İsrail Savunma bakanı aracılığıyla servis edilen patlama görüntüleri bile eski. Öte yandan İran hava savunma sistemlerinin saldırıyı püskürtme görüntüleri sosyal medyaya düştü. Hasar görüntüleri ise bir iki sınırlı videoyu aşmıyor. Bunlara dayanarak İran tarafı “saldırı güçsüzdü, büyük oranda püskürttük, sınırlı hasar var” diyebiliyor.
Kısacası, İsrail misillemesi tüm emperyalist propaganda mekanizmasına rağmen beklenen etkiyi yaratmaktan uzak. İran ise “karşılık verme hakkını saklı tut”tuklarını söyleyerek, işi şimdilik soğumaya bırakacak gibi görünüyor. Daha önce de dile getirdiğimiz gibi İran, doğrudan ABD-NATO güçleriyle karşı karşıya gelmekten elden geldiğince sakınıyor.
Bundan sonrası için, en azından bir süre daha, İran resmi olarak çatışmanın bir tarafı olmaktan uzak kalmaya çalışacaktır. Lübnan’daki çatışmaların seyri, Filistinli savaşçıların direngenliği, Yemen ordusunun nokta eylemleri sürecin seyri üzerinde etkili olmaya devam edecek.
Ve unutulmasın. Tüm bu çatışmalar, daha genel küresel kutuplaşmanın bir parçası olarak gerçekleşiyor. Bu küresel kutuplaşma ise küresel iç savaş koşullarında, emperyalizmin çöküşünün hızlandığı ve emekçi yığınların küresel başkaldırısının güçlendiği koşullarda gündeme geliyor.