Bir internet gazetesi, faşist devletin son bir-iki haftalık icraatlarının özetini oldukça anlaşılabilir ve akılda kalır şekilde ortaya koymuş. Kısaca aktaralım:

Van, kayyım atanan DEM Partili 9'uncu, Türkiye genelinde ise 2 CHP'li belediye ile birlikte 11'inci belediye oldu. Kayyım atanmasının ardından başlayan protestolarda ise polis halka ve siyasetçilere şiddet uyguladı. 400 kişi gözaltına alınırken, 24 kişi tutuklandı. Kayyım atamalarının yanı sıra gözaltı ve tutuklamalar da hız kesmeden sürüyor. Bu sabah İstanbul merkezli düzenlenen operasyonda HDK, DBP, EMEP, SKYP, ESP ve Yeşil Sol Parti üyesi en az 52 kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınanlar arasında arasında siyasetçiler, gazeteciler ve sanatçılar da yer aldı.”

Sayıp dökülen bu listede tutuklanan, gözaltına alınan, öldürülen gazeteciler, sendikacılar, devletin ve yönetimin politikalarına karşı mücadele edenler yok. Üstelik son bir iki haftanın bilançosudur bu. Bu anlamda liste oldukça eksik; yine de dinci faşist iktidarın ve faşist devletin yönelimi, izlediği politika hakkında bize bir fikir veriyor: Faşist devletin baskı ve terörü, işçi, emekçi, devrimci demokratik güçlere, dahası kendisiyle uzlaşmak isteyenlere karşı şiddetlenerek ve her tarafa yayılarak devam ediyor.

Söylemeye gerek yok, bu bir savaştır, iç savaştır. Yeni başlamış da değil, uzun yıllardır süren, yoğunluğu dönem dönem düşüş gösterse de esasında sürekli var olan bir savaş. Bu günü geçmişten farklı kılan, bu şiddetin, baskı ve terörün devletle uzlaşmak isteyenleri hayal kırıklığına uğratmış olmasıdır.

Faşist devletle, dinci faşist iktidarla bir an önce uzlaşmak isteyenler, Öcalan'la görüşmelerin başlamasıyla birlikte, faşist devlet politikalarının “yumuşayacağı”, beklentisi içindeydiler ve hala da bu beklenti içindeler. Örneğin, faşist Devlet Bahçeli'ye “bu memleketin size ihtiyacı var” diye seslenen DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, uğradıkları hayal kırıklığını şu sözlerle ifade ediyor: “Biz çağrı bekliyorduk, onlar kayyum ile mesaj verdiler”.

Evet, faşist devletle uzlaşma, dolayısıyla devletin böyle bir süreçte “yumuşayacağı” hayaliyle yatıp kalkanlar, faşist Devlet Bahçeli'ye “bu memleketin size ihtiyacı var” diyecek noktaya kadar gelirken, faşist devlet mesajını sadece kayyumlarla değil, yüzlerce insanı tutuklayarak, gözaltına alarak, ev baskınları yaparak veriyor.

Büyük bir şaşkınlık ve hayal kırıklığı içinde bu sefer, dinci faşist iktidarın başını, RTE'yi faşist Bahçeli'ye şikayet ediyorlar. Akıl alacak gibi değil ama gerçek bu. Savcıların, hakimlerin, mahkemelerin, polisin, jandarmanın; yani faşist devletin tüm yaptıklarını sadece RTE'nin sırtına yükleyen Bakırhan, faşist Bahçeli'den adeta medet umuyor. Denize düşmüş gibi Bahçeli'ye sarılıp şöyle diyor:

Siz, Türk-Kürt ilişkilerinde yeni bir sayfanın açılmasından bahsediyorsunuz, ortağınız barış umudunu yok etmek için son hızla devam ediyor. Siz, bu sürece doğum sancısı diyorsunuz; iktidarınız bu süreci ölü doğum yaptırmak için elinden gelen bütün çabayı ortaya koyuyor. Bugün bu ölü doğuma karşı durmak, Kürt-Türk ittifakını savunmak hepimizin görevidir ve bu görevimizi her şeye rağmen layıkıyla yerine getirmeye devam edeceğiz”

Gerçekten durum bu mu? Yani faşist Bahçeli “uzlaşma” isterken, RTE ve yönetimi bunu baltalıyor mu? Böyle düşünmeye başlamak politik iflas anlamına gelir ve Bakırhan'ın dile getirdiği bu düşünceler, faşist devletle uzlaşma siyasetinin iflasından başka hiçbir anlama gelmez. Gerçekte, faşist Bahçeli ile RTE ve iktidarı arasında saç teli kadar bile olsa bir fark yoktur. Dahası, baskı, terör, tutuklama, gözaltına alma vb vb. RTE ve yönetiminin değil, faşist devletin, hadi uzlaşmacı anlayışın kavramıyla söyleyelim “devlet aklı”nın politikasıdır. Üstelik, kurulduğu andan, hatta öncesinden, Osmanlı'dan beri yıllar içinde oluşan “devlet aklı”dır bu politikaları oluşturan.

Bu “devlet aklı” şimdi devletin karşı karşıya olduğu birleşik devrim tehlikesinden kendini korumak için birleşik devrimin temel bileşeni olan Kürt halkını, bir manevra ile etkisiz kılmaya, Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerinden ayırmaya çalışıyor. Bunu yaparken, Kürt halkını, baskı ve terörle olabilecek en zayıf noktaya getirmeyi; bunun için bütün dayanaklarını yıkmayı, etkisiz hale getirmeyi amaçlıyor. Bu, Türk devletinin Mustafa Kemal'den beri, şaşmaz bir yasa katılığıyla izlediği bir politikadır. Mustafa Kemal'in Sovyetler Birliği ile bir anlaşma yapmadan hemen önce, Mustafa Suphileri katletmesi gibi. Düşmanınla anlaşma, uzlaşma yapmak zorunda kalırsan önce onu olabilecek en zayıf hale getir, bütün dayanaklarını yık, pazarlık gücünü mümkünse ortadan kaldır; olmadı mümkün olabilecek en geri noktaya getir ve masaya bunları yaptıktan sonra otur. İşte “devlet aklı” böyle işliyor. Ne de olsa “Osmanlı'da oyun bitmez”.

Faşist devlet birleşik devrim karşısında ölüm-kalım noktasına doğru hızla yaklaşmakta olduğunun farkında. Yönetemiyor, Kürt-Türk halklarıyla ve diğer ulusal topluluk halklarıyla savaşıyor. İşçi sınıfıyla, emekçilerle, yoksul kitlelerle savaşıyor. Kürt-Türk ittifakını, daha doğrusu, Kürt-Türk halklarının mücadele birliği biçimindeki ittifakını kurmak bizim görevimizdir; Bahçeli, RTE gibilerinin değil. Biz yani devrimci ve komünist güçler “bu görevimizi her şeye rağmen layıkıyla yerine getirmeye devam edeceğiz”.

Faşist Bahçeli, o “çok değerli” bulunan elini, gerçekte Kürt halkının özgürlüğü için değil ama Özgürlük Hareketine silah bıraktırıp teslim almak için uzattı. Bugün, RTE'nin marifeti gibi sunulan baskı ve terör politikaları, Bahçelisiyle RTE'siyle hep birlikte bunun için hayata geçiriliyor. Buradan Kürt halkına “özgürlük hakkı” çıkmaz. Kendi kaderini tayin hakkı hiç çıkmaz. Özgürlük hakkını, kendi kaderini tayin hakkını elde etmenin tek yolu, Kürt-Türk halklarının mücadele birliği ve zafere ulaşmış birleşik devrimdir.

Devletle bir an önce uzlaşmak isteyenler “diyalog ve müzakereye inanıyor” olabilir. Ama Kürt halkı bunun çıkmaz bir yol olduğunu mutlaka görecektir. Tarih, bu düşüncemizi kanıtlayan örneklerle doludur.

Bu yüzden “birleşik devrim yolu”nun tek doğru yol olduğuna ve mutlaka kazanacağına inancımız tam.