On dört yıllık psikiyatri doktoruyum. İşim, evrenin en karmaşık şeylerden ikisi olan insan beyni ve ruhunu anlamaya çalışmak. Korkmayın, işimin zorluklarından dem vuracak değilim. Toplumun şu anki ruh halinden de hatta bunca berbat şeyler olurken bazılarımızın hala delirmemiş olmasını anormal bulduğumdan da, sadece bir örnek vererek aradan çekileceğim. İyi de bunu neden yapıyorum. Çünkü herkes gibi psikiyatristlerin de anlatmaya, konuşmaya ihtiyacı var ya da olabiliyor.
Her seçim arefesinde olduğu gibi insanlar bir kez daha sinirleri laçkalaşmış bir halde bize geliyorlar. Her seçim döneminde hasta sayımız dörde beşe katlanıyor desem abartmış olmam. Zira bu dönemlerde biri bana, seçimler neden yapılıyor diye soracak olsa cevabım kesinlikle şu olur: insanları delirtmek için. Partiler halka vaatleri biz de anti-depresanları dayayıp duruyoruz. Müthiş bir demokrasi örneği, partiler onların sinirlerini harap ediyor biz de uyuşturuyoruz.
Geleyim örneğimize. Üç gün önce ünlü bir psikolog olan arkadaşım çalıştığım hastahaneye gelerek konuşmak istediğini söyleyince haliyle buyur ettim. Geçti oturdu, sordum; hocam çay kahve? “İkisi de kalsın, zira mesleki yardımınız için geldim” deyince tamam ama, gene de kahvelerimizi söylüyorum, diyerek ısrar ettim kahvelerimizi içerken de sordum, hocam nasıl yardımcı olabilirim, sanırım konu bir hastanızla ilgili. Zaten meslekte bunu birçok doktor yapar, hastalarımızla ilgili fikir alışverişi yaparız. Bu hem hastalar hem de doktorlar için faydalıdır. Fakat bu kez durum tam olarak böyle değilmiş. Çünkü soruma şöyle bir cevap verdi.
“Hem bir hastam hem de benimle ilgili”
Meraklandım tabii, hemen sordum. Umarım ciddi bir şey değildir, sorun tam olarak ne?
Önce kahvesinden bir yudum içtikten sonra, derin bir nefes çekip kısa bir süreliğine susarak bekledi. Peşinden bir belleği bana uzatırken şöyle dedi: “Hastamın ses kaydı. Önce bunu dinle sonra benimle ilgili kısma geçeriz.” Aldım bilgisayara taktım ve sesi hoparlöre verdim. Hasta direkt şu cümleyle başlıyordu:
“Aslında bu adam başından beri yalan söylüyordu. Hepimizin ona en çok inandığı anlarda bile. İşin garibi hepimiz de farkındaydık. Hani şimdi biri sorsa; iyi de madem öyle niye peşinden gittiniz, diye, tam olarak nasıl cevap vereceğimi bilmiyorum. Ama şöyle demek isterdim; sersemin biriyim de ondan, hatta yetmez resmen önde gideniyim. Eşim uyarmıştı, dostlarım uyarmıştı, arkadaşlarım uyarmıştı, dahası içten içe ben de beni uyarmıştım. Ne bileyim, galiba inanmak ve kanmak istedim.”
“Adam meydana bir çıktı, dedik işte liderimiz bu. Bu adam ve partisi yoksul, emekçi dostu, gariban babası. Fakat kurduğu partinin yönetiminde bir tane bile emekçi, yoksul yok. Fabrikatörler var, tüccarlar var, tefeciler var, rantiyeciler var, borsa milyarderleri var. Yani iliğimizi kurutanların hepsi yönetimde, ama olsun liderimiz gariban babası ya, yeter bize. Bir defa seçmişiz körü körüne inanmayı, gerisi teferruat...”
“Kendimizi böyle kendi yalanlarımızla kandıra kandıra kendimizinkilere de onun yalanlarına da inanır olduk. Liderimizin dürüstlüğüyle övünüyorduk ama, onunla tanışmadan önce hiç birimiz ne bu kadar yalan söylüyordu ne de duyuyordu. Tek amacımız vardı; daima birinci parti olmak nasıl olursa olsun, bunun bedeli dürüstlüğümüz ve masumiyetimiz olsa da...”
“İnanmak diyorum ya inanmak ne ki, biz onu canımız ciğerimiz bildik. Birine kötü mü diyor. Tutmayın bizi; kötü de laf mı! Hurra; deccalin biri, iblisin önde gideni, ahlaksız, hain, dolandırıcı, hapse atmalı şunu, vurmalı, idam etmeli ki onun gibilerine ders olsun...”
“Yok, birine iyi mi dedi. O biri bizim için ruhani bir kişi, bir melake. Bir insana zerre faydası dokunmamış olsa da kara gün dostu. Yetim, öksüz babası. Milli kahraman zaten babası Kıbrıs gazisi, dedesi Çanakkale şehidi, soyunu peygamber ocağına bağlıyoruz. Kimse tutmasın bizi ne yalanlar diziyor ne palavralar döktürüyoruz...”
“Liderimizin A dediğine, bırakmıyoruz başkası B desin. Yanlışa doğru mu demiş, hele bir bunu sorgulamaya kalksın, haddine mi! Reis; ülke kalkınıyor diyor biz coşuyoruz. Oyunu arttırmak için ara ara Amerika’ya mı çatıyor, rol kestiğini bile bile milli marş söyleyerek balkonlara bayraklar asıyoruz. Sağa sola tweet atarak ABD’ye haddini bildiriyoruz. Sonra üç gün geçiyor stratejik ortaklığımızla övünüyoruz...”
“Üstelik öyle bir, beş, on beş değil bu delilik tam yirmi yıldır sürüyor. Yani benim gibi bir dünya insan, koyun misali bu kıraç yamaçta otlanıp durduk. Adam deredir, ırmaktır acımıyor set çekip baraj yapıyor. Ama elektriğin ucuzladığı yok. Biz gene de savunuyoruz; boş boş akacağına cereyan üretiyoruz, fena mı? Çalıştığımız fabrikalar üçer beşer özelleştiriliyor, insanlar işsiz kalıyor umurumuzda değil. Ne yapsa, savunuyoruz ama gene de bize kuru ekmek birilerine külçe külçe altın...”
“O değil bizde ayar da bırakmıyor. Bir milliyetçi oluyor Kürt düşmanı kesiliyoruz, bir barışsever olup milliyetçilere dil uzatıyoruz. Bir laik oluyor, Kemalistlere laiklik dersi veriyoruz, bir dindarlaşarak onlara kafir diyoruz. Bir bilimi savunuyor, bir karşı çıkıyoruz. Sabah kadın haklarından dem vuruyor, öğlen bağırıyoruz ‘kürtaj cinayettir.’ Resmen irademizi ona teslim etmişiz. Ne diyorsa, o! Üstelik ne aptalız, ne de şuurumuz kapalı. Lafın gelişi değil, bu bildiğimiz delilik. Hem de topluca...”
“Belki şimdi soracaksınız; iyi de hiç şüphelenmediniz mi? Şüphelenmez olur muyuz? Hem de her gün. Fakat her defasında kendimizi ikna ettik. Hem de derhal. Reis’ten şüphe mi duymak, asla. Bu davaya ihanetti. Sonra insan dostlarının yüzüne nasıl bakar. Hem de ülke şahlanmış ve Reis dünyayla savaşıyorken...”
“Şüphesiz, yalancılık rezil bir şey. Hele de milyonların önünde söyleniyorsa, bu rezillikten de ötedir. Peki bunlara inanmak çok mu masumane. Yalan söyleyen bir dille o alanlara inanmış gibi yapan sahtekar bir kalbin arasında ne kadar fark olabilir ki. İnsanın kendini böyle aldatması, pembe hayaller kurmak kadar masum olamaz. Olmamalı da. Ben, bu yalancıya inanırken kim bilir kaçı da benden etkilenerek inanmaya başladı. Partiye kayıt ettiklerimi saymıyorum bile. Tamam, bunların hiç biri yasalar nezdinde suç değil peki ya vicdanımız karşısında?”
“Diyeceksiniz ki, vicdanın şimdi mi aklına geldi? Hem evet hem de hayır. Hayır, çünkü eskiden bu kadar sorgulamıyordum. Açılan bir fabrikayı görüyor, ama 10’unun kapandığını görmüyorduk. Yapılan dev gemileri görüyor, ama tersanelerde ölen onca işçiyi görmüyorduk. Üretilen o silahları görüyorduk, roketleri, füzeleri gururlanıyorduk, coşuyorduk ama onların aldığı canları görmüyorduk. Görmek de istemiyorduk. Adam bize umut vermişti. Huzur ve mutluluk dolu güzel yarınların umudu değil, ne olduğunu tam bilmediğimiz tuhaf bir kazanma umudu. Yani umut olmayan bir umut...”
“Peki ne oldu da yirmi yıl sonra, birden böyle şeyler söylemeye başladım? Basit, dayanacak gücüm kalmadı, hepsi bu. Yoksa öyle felsefik bir aydınlanma ney yaşamadım. Son darbeyi de küçük kızım vurdu. Üç gün önceydi, okul harçlığı istedi. Cebimde on lira bile yoktu. Yani yirmi yıl önce yoksul bir işçiydim yirmi yıl sonra hala öyleydim. İşte, yirmi senede elime geçen şey; kendimi bir güzel kandırmak. Evet, kendim kalkıp da, adam beni kandırdı diyecek değilim. O yalan söyledi kanan ise benim. Maalesef, bunun bedelini kızım ödeyecek. Bunun vebali büyük, vicdanımda açtığı yaraysa derin. Evet, hocam biraz uzattım değil mi artık kusuruma bakmayın. Benim derdim bu, yerimde olsaydınız siz ne yapardınız?”
Kayıt bu cümleyle bitiyordu. Hastanın, ki o da hasta denebilirse, sorunu daha ilk cümlesinden anlaşılıyordu. Bu, son yıllarda sıklıkla karşımıza çıkan, spesifik hiçbir yanı olmayan, teşhisi en kolay vakalardan biriydi. Tipik bir güçlüden yana olma, güçlüye tapma durumu. Güçlü olanın her yaptığını savunan, affedersiniz, yediği haltları görmezden gelen, hatta etik dışı lümpen davranışlarını alkışlayan, bir başarısını bin, ama bin yanlışını bir yapan, Reis dediği tipin arkasından koşan, tam bir dava insanı gibi davranan ve sonunda acı gerçeği tadan, kazanla sevinirken hep kaybeden... İşte vakamızın en basit tanımı...
Bu tür insan aslında o “dava” dedikleri şeye de pek inanmaz. Sürekli aksini söyleseler de bu böyle. Yeterince sorgulanmamış bir düşünceye kimse tam olarak inanamaz. Bundan dolayı da “dava” dedikleri kısa sürede bir tarikata dönüşür. Liderin sözleri de şeyhinkilere. Artık bu sözler, hiç durmadan, sürekli aynı biçimde tekrarlanır, ta ki şuur yitimine varıncaya dek. Bu zikir süresince doğru ile yanlışın, akıl ile akılsızlığın arasındaki kalın çizgiler dahi yok olur. Artık ortada olan şey sağlıklı düşünebilen bir beyin değildir. Ortada olan bir propaganda iletim aracıdır. Lider söyler o tekrarlar. Konu ne olursa olsun, güzel ile çirkinin, erdem ile ahlaksızlığın ayrımına varmadan sadece kendi cenahını savunur. Bu politik zikir seansının zirvesidir ve bundan sonra gelense çöküştür.
Yani vakamızın kendisinin de söylediği gibi, ortada bir aydınlanma ney yoktur. Kendisi şu an çöküş aşamasında. Her çöküş gibi, bu da kendi içinden başka bir şey çıkarıyor. Çıkan şey bir anlamda kendi zıddıdır. Kendine isyanıdır. Bu tip vakaların tek iyi yanı da budur.
Aklıma takılan ise, arkadaşımın böylesine basit ve bilinen vakanın teşhisini neden koymadığı; yani koyamadığı değil; kendisi ile vaka arasında nasıl bir özdeşlik kuruyor olduğuydu. Anlamak için sormak zorundaydım ama o benden önce davrandı.
“Evet hocam, fikrinizi öğrenebilir miyim?”
Açık konuşayım, diye başladım. Siz bu vakayı çoktan çözmüşsünüzdür. Benim merak ettiğim sizi ilgilendiren yanının ne olduğu. Sanırım esas konumuz da zaten bu, öyle değil mi?
Önce kısa bir süre sessiz kaldı. Sonra derin bir soluk daha aldı ve cevap verdi:
“Bahsettiği parti bana vekillik teklif etti. Hem de birinci sıradan. Dün akşam geri dönüş yaparak olumlu yanıt verdim. Bu fırsatı kaçıramazdım.”
Bilemedim tebrik mi etsem, yoksa defol git buradan çıkarcı herif diye bağırsam mı. Bir süre öylece sessizce bekleştik. Sonra yüzüme baktı ve “anlıyorum” diyerek kalkıp öylece çekip gitti. İyi ki böyle yaptı. Zira söyleyecek bir şeylerim vardı ama hiç hoşuna gitmeyecekti. O bahsettiği partiden de zaten hiç hazzetmiyorum. Eski arkadaşımın mantık gücünden eminim, vicdanından ise hayli şüpheliyim. Hatta onun yerine cüzdanını koyduğunu düşünüyorum. Fakat ruh sağlığı için kaygılanmasına gerek yok. Çünkü ruhunu satanların artık bozulabilecek bir ruhları kalmamıştır.
Kenan Kızıl