Devrim fırtınası dünyada tüm hızıyla esmeye devam ederken, içeride de çeşitli siyasi gruplar arasında “Bizim sokağımıza güneş ne zaman doğar?” tartışması aldı yürüdü. Az çok tarihe aşina olanlar bilir ki, ne zaman dünyada bu devrim fırtınası esecek olsa, bu topraklarda da etkisini gösterdi, o dalgalar bu kıyıları hiç es geçmedi.

68 fırtınasının sonucu Denizler oldu, 70'li yılları boylu boyunca etkisine aldı. 89-91 karşı-devrimi de kalıcı izler bıraktı ama bunu izleyen; Avrupa'yı sarsan tarihi grevlerin, bu topraklarda yükselen devrime katkısını yadsımak mümkün mü? Yine 2008-13 fırtınasının, Gezi ve 6-8 Ekim ayaklanmalarındaki izleri çok açıktır. Bu durumda, bizim sokağa da güneşin doğacağını söylemek “Nehirler denizlere akar” demek kadar yalın bir gerçeklik. Oysa, proleter öncüler, ne tarihsel analojilerle, ne de yadsınamaz gerçekler üzerine iman yeminleri etmekle yetinebilirler. Bu noktada, içeride süregiden sınıflar mücadelesinin karşılıklı dengelerini titizlikle izlemek, kıyısında beklediğimiz dalganın yaratacağı etkinin boyutlarını görebilmek açısından önemlidir.

Sınıfların karşılıklı dengesine bakarken, sadece en temel sınıflarla, proletarya ve burjuvaziyle yetinmek, dar bir yaklaşım olacaktır. Bunun yanı sıra, her daim yalpalayan ara sınıflara, devrimin yarı gönüllü dostlarına bakmak; bu da yetmez, egemen sınıf arası çelişkilere bürokrasi ile yönetici elitler arasındaki gerçek duruma dair fotoğraf sunabilmek, devrimin gidişatı üzerine önemli ipuçları sunacaktır.

-I-

Karşı-devrim cephesinde ilk göze çarpan, geleceğe tam güvensizlikle dolu olağanüstü karmaşa ve gizlemeye bile gerek duyulmayan bir kavganın sürüyor oluşudur. Devrim karşısında bir zafer umudu taşıdıkları sürece egemenler kendi iç çatışmalarını, hasmına güçsüz ve özgüvensiz görünmemek adına, kapalı kapılar ardında yürütmeye özen gösterirler. Oysa şimdi, tekelci sermaye ve onlar adına devleti yönetenler, bu özgüvenden öylesine yoksunlar ki, birbirlerine çektikleri kılıçların şakırtılarına, ardı ardına açılan kirli çamaşırların mide bulandıran kokusu eşlik ediyor. Ve bu sayede, sermaye ve devlete ilişkin otoriter bir saygınlık ve köklü önyargılarla dolu en geri kitleler, uysallıktan hoşnutsuzluğa doğru itiliyorlar.

Tekelci sermayenin kendisi için durum tam anlamıyla, “bir dokun, bin ah işit” pozisyonudur. Öncekiler bir yana, yalnızca son bir kaç ayda banka yöneticileri, sanayinin patronları, gazetelere ardı ardına açıklamalar yapıyorlar. Sermayenin içine yuvarlandığı korku ve güvensizlik havasını iyi yansıtan bir kaç açıklamaya yer vermek iyi olur.

Ekim başında TÜSİAD başkanı, S. Kazlowsky hükümete ciddi bir uyarı çekme ihtiyacı duymuş: “Bir ülkede olabilecek en büyük ve yönetilmesi en zor risk gençliğin umutsuzluğudur” (4.10.19 Cumhuriyet) Yine TÜSİAD bir ay sonra önemli bir toplantı yaptı ve gazeteciler hiçbir hükümet yetkilisinin salonda bulunmamasına dikkat çektiler. Bulunsalardı, Türk tekelci sermayenin her gelene paşam diyen bir temsilcisinin, Tuncay Özilhan'ın şu sözlerini duyacaklardı: “Bir çok ülkede sokak siyaseti, 1968'den bu yana ilk kez parlamenter siyaseti gölgede bırakarak belirleyici dinamik haline geliyor.” (5.12.19 Cumhuriyet)

Patronlar artık devrim korkularını gizlemeden, süsleyip püslemeden dile getiriyorlar. Bu korku, geleceğe dair güvensizliklerini pekiştiriyor. Hemen hepsi, ekonomide iflasların kaçınılmazlığından, piyasada para dönmediğinden yakınıp duruyorlar. Teker teker tüm sektörlerden patronlar, gazetelere manşetlik açıklamalar yapmak için adeta sıraya girmişler. Otomotiv'in baronları geleceğe yönelik hiçbir tahmin yapamamaktan fena halde rahatsız. Toyota Ceo'sunun sözleri hepsinin ortak fikrine tercüman; “Avrupa'da üç yıllık plan yapsanız, yüzde 3 veya 4 sapar. Bizde öyle değil ki, bir bakmışsınız yüzde 50 sapmış.” Hükümete en yakın duran sermaye gruplarında da aynı umutsuz-geleceksiz hava hakim. İşin ilginci, yandaş sermaye de, en az diğerleri kadar, mikrofonlara açık açık konuşma heveslisi; Limak patronu 2019'u fırtınaya benzetirken Zorlu ve Kibar holding şefleri iç piyasadaki çöküntüyü ihracatla kapatmaya çabaladıklarını, ama bu yolun da tıkandığını, itiraf ediyorlar. Nihayet, hepsi adına, İstanbul Sanayi Odası Erdal Bahçıvan güya inşaat için sarf ettiği, ama politik yorumla bambaşka yerlere giden şu cevapla, içlerindeki asıl duyguyu açığa vuruyor: “Vazgeçmesini artık bilmemiz gerekiyor. Artık umudumuzu kaybettiğimiz, zoraki bir dönem daha yaşayacağımız ama geleceği olmayanlardan bir şekilde kol kesip vazgeçmek gerekiyor.” (21.10.19 Cumhuriyet)

Emperyalizme tam ilhak düzeyinde bağlı bir ülkenin kaderi, uluslararası finans kapitalin tutumuna öylesine açıktır ki, dışarıda esen şu olumsuz havanın, içerideki işbirlikçilerde nasıl fırtınalar estirdiğini tahmin etmek kolay olsa gerek. Uluslararası Finans Enstitüsü’nden bir yönetici, “Geçen yıl yabancı yatırımcı Türkiye'de çok fazla para kaybetti, tekrar gelmekte temkinli davranacaktır” derken, Londra finans oligarşisinin Türkiye'den sorumlu yöneticisi Tim Aslı, hükümetin ve merkez bankasının uyarıları hiç dinlemediğinden yakınıyor. Finans baronlarının bu pek ekşi tutumları, şimdilerde Washington ve Brüksel'den yükselen kötü kokulara kaynaklık ediyor.

ABD senatosundan oybirliğiyle geçen (senatoda oybirliği görülmüş bir şey değil) Ermeni soykırım yasası, bu açıdan oldukça tipik ve de önemlidir. Otuz yılda onlarca kez senatonun önüne gelen bu tasarı, her seferinde “Amerikan derin devleti” tarafından kolaylıkla engellenmişti. Buna ek olarak, özellikle RTE ve çevresini hedef alan ağır yaptırımlar “ABD bu kez RTE'nin üstünü çizdi” yorumlarını güçlü biçimde yeniden gündeme taşıdı. NATO toplantısında olanlar, Macron'un Ankara'yı savaş suçu işlemekle itham etmesi, IŞİD destekçiliğiyle suçlaması ve hiçbir Avrupa Birliği yöneticisinin bu ağır sözleri boşa çıkarmak için kılını bile kıpırdatmaması, emperyalist merkezlerde esen olumsuz havaya tüy dikti.

Bu gelişmelere bakılınca, uluslararası finans oligarşisi ve işbirlikçi sermayenin “kol kesme” yönünde pratik adımlar atacağı sonucu çıkar mı? Burjuvaziye güvensizlikle dolu her proleter devrimcinin bu soruya oldukça temkinli yaklaşacağı açıktır. Ancak yine de, yukarıdaki manzarayı şu biçimde yorumlayabiliriz: Mevcut hükümeti biraz olsun sallama gücüne sahip herhangi bir ayaklanmada, dinci-faşizm, en önemli destek kuvvetlerinden yoksun kalacaktır. Bu yüzden, bir ayaklanmanın ilk önemli zaferine, yani hükümeti istifaya zorlama hedefine ulaşması, şimdi çok daha büyük bir olasılıktır. Böylesi “kolay” zaferlerin, devrim için barındırdığı tehlikelere ayrıca değinmek gerek. Ama şimdi, egemenler katındaki karmaşanın bir başka yanına bakmamızın zamanı.

Geçen ay Alman basınına röportaj veren Beşar Esad, içeride, hiçbir gazetenin yer vermediği şu ifadeleri kullandı; “TSK'dan komutanlarla görüşülüyor. Onlar da RTE'nin yaptıklarına karşılar” Kuşkusuz, Esad'ın, fiilen savaşta olduğu bir ülkeye dair böyle sözler sarfetmesi, bu sözleri ciddiye almayı zorlaştırıyor. Ancak, başka bir gelişme var ki, Esad'ın sözlerine anlam kazandırıyor. Geçtiğimiz aylarda Saray, devletin tüm kademeleri içinde fişlemeyi aratmayan bir anket yaptırdı, sonucu haftalar sonra CHP ifşa etti. Tüm memur kitlesi ve bürokrasi içinde ankete cevap %14'te kalmış. En yüksek katılım TSK'da, fakat o da %32 ile sınırlı. O çok övünülen emir komuta zinciri, Saray'a bağlılığın ifadesi olacak bir ankette hiçbir işe yaramamış. Ordunun ezici bir çoğunluğu, mevcut hükümete duyulan öfke ve güvensizliği paylaşıyor. Esad'ın sözleri, bu noktada anlamlı hale geliyor. En kemik bürokrasi içindeki yarılma ve hoşnutsuzluğun başka somut işaretleri de var. Son zamanlarda, karanlık bürokrasi koridorlarında özenle gizlenen pek çok belge daha sık aralıklarla basına sızdırılıyor, burjuva muhalefetin ellerine ulaştırılıyor. Bu sayısız rapor ve belgeler, dinci-faşist iktidarı sürekli bir savunma pozisyonuna zorluyor. Sonuç, elbette tahmin edilebilir. Hükümete en yakın anketçiler dahi, oy desteğinin kısa sürede %25 eridiğine, bu erimenin devam edeceğine kesin gözüyle bakıyorlar.

Egemenler katında görünen manzaranın özeti şöyledir; Korku, panik, özgüven kaybı, geleceğe dair umutsuzluk ve dağılma. Yüksek katlardaki bu durumun, karşı-devrimin kitle tabanında nasıl karşılık bulduğunu görmek isteyenler, her işgal savaşında balkonlardan ve arabalardan sarkan bayrakların, “Barış Pınarı”nda hemen hiç sallanmamasına dikkat edebilirler. Karşı-devrimin kitle tabanı, kendi kaderini düzenin geleceğiyle birleştirmek konusunda isteksiz ve de umutsuzlar.

-II-

Peki ya aşağıda, ezilenler katında neler oluyor dersiniz? Emekçi sınıflarla yakın ilişkisi bulunan her kişi ve parti orada yaşanan öfke birikimine dair sayısız veriye sahiptir. Biz burada, sayısız ve çok yönlü olguların ortaya çıkardığı en genel durumu; emekçilerin burjuvazi karşısındaki siyasi çizgilerini ve bunun belirlediği halet-i ruhiyeyi ele alacağız.

Kasım sonunda Evrensel gazetesine tam sayfa röportaj veren Bekir Ağardır, bir anket araştırmasının çarpıcı sonuçlarını aktarıyor: “En önemli kaygı ne sorusuna %55 'gelecek' diyor. Gelecek korkusunun bu kadar baskın olduğu bir ortamda problem var” diyor ve şöyle sürdürüyor: “Artık markete gidip aylık alış veriş yapmıyorsunuz, iki üç günlük yapıyorsunuz. Çünkü yedi gün sonra ne olur ne olmaz diyorsunuz.” Yıllardır burjuva parti ve kurumlara hizmet sunan kafası bulanık anketçi, bu durumdan, lümpen tavırların baskın çıkması sonucuna varıyor. Fakat, somut ve canlı deneyim, anketçiyi yalanlıyor. Tersine, gelecekten umudunu tümden kaybeden emekçi yığınlardır, şu anda süregiden dünya ayaklanmalar fırtınasını yaratanlar. Emekçileri saran bu “hemen yarın kim öle kim kala” tutumunun, tüm taksitli satışları etkilediğini, ama bu duygunun salt ekonomik krizden kaynaklanmadığını belirtmek gerek. Milyonlar artık, bu düzen içinde kendileri için bir gelecek görmüyorlar: Liselerin, üniversitelerin yarım kalan kontenjanları, aynı geleceksizliğin bir sonucu.

Emekçi katmanlarda, bir hafta sonrasını bile hesaba katamayan bu güvensizlik, bir ayaklanmada ne derece önemlidir? Sorunun cevabı, yakın geçmişte saklı. Geziyle başlayan topyekün ayaklanmalar zincirinin yarıda kalması, ayaklanmacıların sonuna kadar gitme kararlılığını koruyamamaları, pek çok etmenin yanı sıra, henüz gelecekten tümüyle umutlarını kesmemiş olmalarından kaynaklanıyordu. 2013 sonrası banka kredilerinde ve taksitli satışlarda yaşanan patlama ve üniversite sınavına rekor katılımlar, bu anlamda okunmalıdır. Ayrıca, ayaklanma, içermesi gereken çok geniş bir kesimin desteğinden mahrum kalmıştı. Sokağa çıkmayıp evlerinde kalanların en büyük korkusu, olaylar yüzünden faizlerin yükselmesi olasılığıydı.

Kürt halkının burjuvazi karşısında siyasi çizgisini ve halet-i ruhiyesini anlamak için, son haftalarda HDP'nin önünde bulduğu “sine-i millet” tartışmaları, yeterli açıklığı sağlıyor. Meseleyi partinin gündemine taşıyan Sırrı Sakık, her nereye gitse halktan aynı çığlığın yükseldiğini, dile geldiğini ifade ediyordu. Fakat bunun, burjuva anlamdaki sine-i millet kavramıyla karıştırılmaması gerekir. Yıllardır burjuva muhalefet partileri, hükümetleri bir erken seçime zorlamak için topluca meclisten istifayı bir tehdit aracı olarak kullanmış ve adına “sine i millet” demişlerdir. Oysa Kürt halkının çığlığı tümüyle farklıdır. Onlar, genel oyun hiçe sayılmasını dert ediyorlar, siyasi iradelerinin genel oy tezgahlarında buharlaşmasına tepki duyuyorlar. Bu yüzden istedikleri, yeni bir seçim için istifa yoluna gidilmesi değil. Halk, yürünmesi gereken yolu, daha önce, 2009 yılında, HADEP kapatıldığı zaman dile getirmişti: “Ankara'yı bırak Amed'de ulusal kurucu meclis topla!” Kürt halkının dile getirdiği çığlık, böyle bir siyasi çizgiye sahiptir.1

Emekçi sınıflar katında esen siyasi rüzgarların ve bunun şekil verdiği haleti ruhiyenin resmini tamamlamak için, geriye çok önemli bir unsur kaldı: Kadınların öfkesi. Topluca intihara yönelecek denli, patlamaya yakın bir noktada umutsuzluk içinde çırpınan bir toplumun, bütün çürümüşlüğünü kadın cinayetleri üzerinden yansıtması şaşırtıcı değil. Yine de, kadınlar, cinayetlere duydukları öfkeyle toplumu sarsıyorlar ve bu birikim, açıktan “silahlanma” çağrılarına varmış durumda. Bu topraklarda devrim, ne denli köklü, radikal ve çok derin temellere inecek potansiyele sahip olduğunu, kadınların keskin ve soylu öfkesiyle açığa vuruyor.

Sonuca gelelim: bir tarafta egemenler katında umutsuzluk ve geleceksizlik, diğer tarafta, aynı ölçüde emekçi katmanları saran benzer duygular. Her iki taraf da, artık eskisi gibi bir arada yaşamanın koşullarının kalmadığını görüyor. Koşullar ve karşılıklı sınıf dengeleri bu noktaya vardıysa, kangrenleşen kol kesilir, bütün sınıflar, topyekün nihai bir hesaplaşma için fırsat kollamaya başlar. Evrensel ve tarihi amaçların taşıyıcısı emekçi sınıflar, uzun süre geleceksizliğe ve umutsuzluğa tahammül gösteremezler. İhtiyaç duydukları cüret ve cesareti, en çok, somut örnekler üzerinden kuşanırlar. Dünyada esen devrim fırtınası, tam da böylesi bir ihtiyacı yeteri derecede karşılıyor.

Leninistler için durum çok daha parlaktır. Çünkü, artık kaçınılmaz ve yaşamsal hale gelen bir ayaklanma için ihtiyaç duydukları cüreti onlara aşılayan canlı örnekler, yani dünya devrim fırtınası, hemen tümüyle, Leninist şiarların üstünlüğünü kanıtlıyor.

Şiar Coşkun

1Yeri gelmişken; dünya devrimini coşkusuyla, kendilerini bir anda Narodnik ve 'Suni Denge'ci teorileri savunurken bulan bazı grupların, söz konusu HDP'nin sine-i milleti olunca, konuyu sessizce geçtirip, utangaçça, HDP yönetimine destek vermeleri, çarpıcıdır. Bkz, Atılım sy:404