İlk sanat eserleri olarak değerlendirilen ilkel insanların mağara duvarlarına çizdiği resimlerde, dış dünyayı sanat yoluyla yansıtma vardır. İnsanlar günlük yaşamda karşılaştıkları zorlukları ve bu zorluklar karşısındaki tavırlarını resmetmişlerdir. Bu da sanatın boş bir zaman geçirme aracı, yalnızca insan beyninin kendi ürünü olduğu sonucunu değil yaşamın yansıması olduğunu göstermiştir. “Sanat en eski çağlardan itibaren insanlığın dili olmuştur. Nasıl ki konuşma dilinde karşılığı olmayan bir kavram yoksa kelimede yoktur. Sanatta da bir imge gerçek dünyada yansısını bulmazsa oluşamaz.” (Boris Suçkov, Gerçekçiliğin Tarihi)
İlk insanın konuşmayı öğrenmesini hatırlarsak, ilk olarak, dış dünyada olan doğal sesleri taklit ederek başladığını görürüz. Sanatta ilk yolculuğuna doğal yaşamın taklidi ile başladı. Onu anlamak için yapılıyordu ve büyünün etkisi altındaydı. Ne zaman ki, insan dünyayı ve kendini tanımaya başladı o zaman bilinçli bir faaliyet durumuna geldi.
Sanat ve felsefe ilişkisine baktığımızda direkt bir bağlantı olduğunu görürüz. Felsefe dünyayı anlama, yorumlama ve değiştirme bilimidir. Sanatta bu felsefe üzerinde temellenir. Sanatçı felsefi yaklaşımına göre eser verir. Fakat felsefi yan yapıtın dışında, sonradan eklenme değildir. Sanat kendi özü gereği felsefidir. Çünkü oldum olası yaşamın anlamından söz eder, var oluşun temelini kavramakta insana yardımcı olur ve onun dünya görüşünü etkiler. Biz insanlığın gelişim sürecini anlayabilmek için sanat eserlerini inceliyoruz.
Bu nedenden dolayı da sanat, felsefi yaklaşıma göre farklı biçimler alır. Felsefi olarak idealizme denk düşen bir sanatçının yapıtı, insanları gerileten, dünyayı ve insanlığı bir kaderin boyunduruğu altında bırakırlar ve yaşamdan onları uzaklaştırıp ideler dünyasına taşırlar. İnsanlara var olanları anlatırlar fakat bunu değiştirme yönünde ipucu veremezler. Yaşadıkları toplumu değiştirme, insan üzerindeki olumsuz etkilerini yok etme yönünde bilinçlendirici olamaz. Var olan sistemin koruyuculuğunu yaparlar.
Fakat bu soruna bilimsel bir felsefe ile yaklaşan sanat eserlerinde insanlara sadece yaşadıkları zorluklar değil bunun nedenleri, çözümleri de yansıtılır.
Peki, sanat neden gereklidir?
Neden sinemaya, tiyatroya ya da konsere gideriz? Neden izlediğimiz bir filmdeki karakterlerle kendimiz arasında özdeşlik kurar, kahramanlarına benzemek isteriz? Onlarla aramızda kurduğumuz bu benzerlik, kendimizi aşma, bir üst düzeyde yeniden var etme isteği midir? Yoksa başka bir nedeni mi vardır bu özdeşleştirmenin? Bu soruları genişletmek mümkün, ama gerekli de değil. Ortaya çıkan bir gerçek var, o da sanatın insan üzerinde ki değiştirici-dönüştürücü etkisi. Tam da bu nedenden dolayı değil mi sanatın görevi, sanatçının sorumluluğu üzerine yapılan tartışmalar.
Sanatın dünyayı anlama, kavrama ve değiştirme özelliği ona direkt ideolojik bir yan vermiştir. Sınıf savaşımı kendini bu alanda da uzlaşmaz bir nitelikte ortaya koymuştur. Egemen olan sınıf, tüm alanlarda gösterdikleri tutumu sanata da uygulayarak, onu, yani sanatı kendi ideolojilerinin savunucusu yapmaya uğraşmışlardır. Bunda önemli başarılarda elde etmişlerdir. Egemen ideolojiyi yayan birçok sanatçı ve sanat akımı vardır. Bu sanatçılar, kendi kişiliklerini, pazar ilişkilerinin içine sokarak yaratıcılıklarını, alınıp-satılan bir metaya dönüştürerek, kurulu düzenin bozulmaması gerektiğini, her şeyin alınıp-satıldığı, kendi eserinin pazarda bir metaya dönüştürüldüğü bu sistemi korumaya çalışır. Tıpkı Aristo’nun dediği gibi “Kölenin köle olmaktan başka çaresi yoktur.”
Oysa ki sanatçı kimliği sistemle her zaman kavgalıdır. İçinde yaşadığı çağı anlama savaşımı içinde, ileriyi görür ve sistemin çelişkilerini yakalayarak, yeni toplumun değerlerini, yeni insanı ve bilincini yaratma ilerici rolünü üstlenerek, toplumsal gelişmede bir basamak görevi görür.
“Yazarlar, modern çağın destanını ortaya koydular ve ister istemez -ki bunun birçok örneği vardır, sırf gördükleri yaşamı sağlıklı ve nesnel olarak çizmekle de mülkiyet sahiplerinin yaratmış olduğu bu akıldışı uygarlığın kötülüklerini kendiliğinden mahkûm etmiş oldular.” Sorun yalnızca “akıldışı uygarlığın” kötülüklerini kendiliğinden mahkûm etmek değil, bilinçli bir yaklaşımla yaşadığı çağın gerçekliğini ortaya koymak ve gelecek toplumun değerlerini, yeni insanı yaratma ilerici rolünü gerçekleştirmektir. Sanat ve sanatçı ancak böyle insanlığı ileriye taşıyacak bir güce dönüşebilir.
Sanatçının düşünsel üretimde bulunması için gerekli olan özgür ortam, her şeyin metaya dönüştürüldüğü, alınıp-satıldığı kapitalizm koşullarında yoktur. Tam da bundan dolayı sanatçı bu toplumsal sistemle kavgalı olmak zorundadır. Kapitalizm pazar ilişkilerine girmeyen hiçbir sanatsal yaratıma izin vermez. Kapitalizm sanatçıdan, bu sistemin sömürüye dayalı, insana yabancı değerlerini yüceltmesi ve ancak bu koşulda ona yaşam hakkı tanınacağını söyler. “Şu tipte roman yazacaksın”, “kapitalizmin değerlerini yücelteceksin ki bende seni sanatta yarattığım star sistemine, pazar ilişkilerine dahil edeyim. Kim ki bu sese kulak verirse hem kendinden hem de sanatsal yaratımından çok şey kaybedecektir. Sanatı güdükleşecek, kendini tekrar etmekten zamanla tükenecektir. Yaşadığımız bu yeni evrede sanat alanında yaşanan çöküşün nedenini burada aramak lazım.
21.yüzyılda sanatta gelinen bu aşama geniş incelemeyi gerektiren bir alan olarak karşımızda durmakta. Önsöz olarak bu konu üzerinde durmayı, geniş bir araştırmayla bu konuyu gündeme taşımayı istiyoruz. Daha sonra ki kitap dizilerimizde Dosya konusu kapsamında ele aldığımızda sanatçı ve aydın dostlarımızdan düşünsel katkı bekliyoruz. Bu kısa açıklamadan sonra konumuza kaldığımız yerden devam edelim.
Uzun yıllar “Sanat sanat için midir, sanat toplum için midir?” biçiminde süren tartışma bugün artık yapılmıyor. Yapılmamasının nedeni bu tartışmanın bittiğinden değil farklı bir biçimde sürdüğündendir. Yapılan bu tartışmalar şöyle bir yanlış algılamayı getirmiştir; toplumcu gerçekçi sanat anlayışı biçimciliği savunan sanat akımlarının karşısına konularak, toplumculuk yalnızca içerikçilikmiş gibi algılanmış ve daraltılmıştır. Bugün de aşılması gereken bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. İnsan ilişkilerinin bu kadar karmaşıklaştığı, yabancılaşmanın en üst boyutta yaşandığı günümüz koşullarında, sanatın yaşanan süreci anlama ve kavramada yeni biçimlere ihtiyacı var. Ayrıntılarıyla sergilenmiş yazınsal modellere bağlanmadan, yeninin arayışı içinde olmalıyız. Yöntemler eskiyor, yeni yeni sorunlar çıkıyor ortaya, bunlar yeni yöntemleri zorunlu kılıyor. Gerçeklik değişiyor, bununla bağlantılı olarak gerçekliği yansıtış biçimi de değiyor.
Brecht’e göre toplumcu gerçekçilik, toplumun nedensel karmaşalarını açığa çıkarmak, egemen bakış açıları şeklinde ortaya koymak, yenilmesi gerekli güçlüklere karşı çözümler getirebilecek, insandan yana bir toplumu oluşturabilecek bir sınıfın açısından sorunlara bakmak, gelişmenin etmenlerini vurgulamak, somutu ve soyutlamayı olabilirleştirmek. Buradan da anlaşılacağı gibi, toplumcu gerçekçilik, insana, olaylara ve olgulara hangi pencereden baktığımızla ilgili bir sorundur. Yoksa sınırları belirlenmiş bir yazış, sunuş, sahneye koyuş biçimi değildir. Elbette ki öz ve biçim arasında olması gereken bir uyum zorunluluktur. Öz-biçim bütünlüğü olmadan bir eserin estetik olduğundan söz edemeyiz.
ÖNSÖZ, 1. SAYI, Yaz ’05