İlk romantiklerin düşüncesi olan “bölümmüş, parçalanmış bir dünyada yaşama duygusu, gerçekliği gizemli bir yoldan kavramak için, gerçeklikten, düşünce bağlantıları olmayan çağrışımlara kaçış”, daha sonraki süreçte, burjuva sanatının ilkeleri oldu.
Bugün sıkça kullanılan, hatta kimileri tarafından devrimci sanatın yerine konulan, ‘Halk Sanatı’ romantiklerin geliştirdiği bir kavramdır. Romantikler, kapitalist yabancılaşmaya karşı çıkarken, halk türkülerini, halk kültürünü savundu ve onu ortaya çıkardı. Yabancılaşma ve parçalanmaya karşı halk ruhu övüldü. Halkın ürettiği her şeye kutsal bir nesneye tapar gibi tapıldı. Geçmiş üretimlere eleştirel yaklaşılamadı. Saf olarak kalmış bir halk kültürüne hiçbir yerde rastlanılamaz. Bunlar ağızdan ağıza dolaşırken birçok değişikliğe uğramıştır.
Sanatsal kültürün hiçbir aşaması yinelenemez. Geçmiş üretimleri bugün yapmaya kalkmak taklitten öteye gitmeyecektir. Sorun, halk sanatını kutsamak değil, herhangi bir sanat biçimine uyguladığımız ölçülerle ona bakabilmektir. Toplumsal özü ve niteliğinin ne olduğunu belirledikten sonra onun değerini vermeliyiz. Kapitalizmin gelişimiyle halk sanatı artık var olan gerçekliği anlatmaya yetmez. Yeni gerçekliği anlatacak, yeni biçimlere ihtiyaç duyar sanatçı.
Sanat tartışmalarında sıkça rastladığımız ‘Sanat İçin Sanat’ romantizmle ilgilidir. Aynı zamanda amacı toplumu incelemek ve eleştirmek olan gerçekçilikle birlikte doğmuştur. Burjuvazinin, sanatı, metaya dönüştürme çabasına, karşı çıkıştı. Sanatçı, bir meta üretmek istemiyordu. Bu tepki zamanla bayağı yığınlara karşı seçkinciliği yücelten bir akıma dönüştü.
İzlenimcilik
İzlenimcilik, kalıplaşmış sanat anlayışına karşı bir başkaldırıştır. Akademik sanatın klasik üslubuna karşı bir başkaldırıdır. Courbet’in kendisine verilen nişanı geri çevirmek için Güzel Sanatlar Bakanlığına yazdığı mektup bu başkaldırışın ilk adımı olarak görülebilir. “Hainliğin her yanda çoğaldığı, çıkarcılığın herkesi böylesine sardığı bir günde ise hiç kabul edemem... Bu onuru bana bağışlayanın hükümet eli olması da bir sanatçı olarak içimi rahatlatmıyor. Sanat konularında devleti yetkili görmüyorum.”
Courbet’in bu tavrı, resmi akademik sanata savaş ilanıydı.
Courbet izlenimci değildi ama onun resmi, müze ve atölyelerden sokağa çıkarması, doğaya taşıması, izlenimcilere örnek oluşturdu. İzlenimciler kendi çağlarının insanlarını ve nesnelerini canlandırdılar tablolarında. Monet’in resimlerine baktığımızda o dönemin insanlarını, onların yaşamlarını ve eğlencelerini görürüz. Doğanın anlatımını buluruz tablolarında. Edebiyat alanında bu akım, kendini Doğalcılık (Natüralizm) olarak göstermiştir.
İzlenimcilik, adını, Monet’in Akademililerin bağnazlığına karşı olarak 1874’te Doğan Güneş İzlenim adını verdiği resminden alır. Bu resim akademik çevrelerde büyük bir öfkeyle karşılanır.
Cezanne, izlenimciliğin ustalarındandır. O, izlenimci akımın ikili yanına dikkat çekmiştir. Ayrıntıyı resmetmek izlenimciliğin özelliğidir. İzlenimci, kendinde uyandırdığı duyguyu resmettiğini düşünse de aslında bütün vardır o tabloda, parçaların ayrılmazlığına vurgu yapar. 1886’da izlenimcilerden etkilenen yeni bir sanat kuramı ortaya atıldı: Yeni izlenimcilik. Bunlar Momet ve arkadaşlarının görüşlerini reddetmiyorlardı. Yeni izlenimciler, kesin kurallar ve ilkelerden kurulu akla dayanan bir yöntemi savundular. Yenilikçi olmalarına rağmen geleneksel olana inanıyorlardı. Delacroix’ten etkilenmişlerdir. Signac bu akımın sözcüsüdür.
Bu anlamda Cezanne ‘Yeni İzlenimci’dir. “Bir resim hiçbir şeyi betimlemez, hiç değilse başlangıçta, renklerden başka hiçbir şeyi betimlememeli.” der Cezanne. İzlenimcilerin serbest ve aşırı derecede içgüdüsel resim yapma tekniğinin tehlikelerini sezdiğinden, resmi, bir sisteme oturtmaya çalışmıştır.
Resimde izlenimcilik, felsefede olguculuğun karşılığıdır. Olguculuk, dünyanın bireyin duyuları dışında var olan nesnel bir gerçekliği değil, yalnızca benim yaşantım, ‘benim’ duyuşum olmasını öngörür.
Bu anlamda izlenimcilik dünyanın parçalandığını, insansızlaştığını gösteren kapitalizmin çöküşünü simgeleyen bir akımdı aslında. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısıyla (1850-1925) yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde Fransa’da başlayan ve daha sonra diğer ülkelere yayılan resim sanatı akımına verilen addır.