"Günün yirmi dört saati devrimle meşgul olan, devrim düşüncesinden başka bir şey düşünmeyen ve uyurken bile devrimden başka bir şey hayal etmeyen başka bir adam yoktur."
Lenin’i böylesine özlü ve başarılı bir şekilde tanımlamaktadır eski kuşak Marksistlerden menşevik Akselrod. Her şeyini, ama kelimenin gerçek anlamında her şeyini devrime ayarlayan, devrimle yatıp devrimle kalkan, tüm ömrünü proleter devrime adayan, düşlerinde bile devrimden ayrılmayan tutkulu bir devrimcidir Lenin.
Krupskaya “Anılar”ında Şubat Devrimi sonrası İsviçre’deki Lenin’in ruh halini çok çarpıcı ve eğlenceli bir şekilde anlatır. Savaş yüzünden kapalı olan yolları aşmak ve bir an evvel devrimin Rusyası’na dönmek için paraşütle atlamak dahil “en uçuk projeler” bile gelir gündeme. Hatta bir ara sağır dilsiz taklidi yaparak sahte belgelerle yolculuğu bile düşünür. Krupskaya “sen rüyanda yine menşeviklerle kavga eder, onlara saymaya başlarsın ve planı suya düşürürsün” diye takılır!
Lenin, devrimi, dünyanın devrimci dönüşümünü her şeyin başına koyar. O, toplumu ve siyasal gelişmeleri bu pencereden okur. Teoriyi, dünyanın devrimci dönüşümü için ele alır. “Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” sözündeki, teorinin başındaki o “devrimci” sıfatı, öylesine söylenmiş değil. Teori, pratiğin ihtiyaçlarına yanıt verecek, ona yol gösterecek bir alandır. Ve bu açıdan o, devrimci teori olmak zorundadır.
Lenin bu sözü söylerken, Engels’ten yola çıkarak, üstüne basa basa işçi sınıfı içinde teorik mücadeleye vurgu yapmaktadır. Teori “bir eylem kılavuzu”dur. “Aslolan dünyayı yorumlamak değil değiştirmek”tir ve teori, değiştirmek istediğimiz dünyayı anlamak için vardır.
Dünyayı değiştirmek için onun “içsel yasalarını” keşfetmek gerek. Doğa için olduğu gibi, toplum için de geçerlidir bu kural. Fakat bilgi, doğada kendi başına ve kendiliğinden gelişen bir şey değildir. Onun üretilmesi gerekir. Üretilmesi için gerekli maddi zeminin (nesnel koşullar) mevcut olması ilk koşuldur. Ama yeterli değildir. Onu üretecek zihinsel süreç (özne) açısından doğru yerde konumlanmak ve istemek gibi bir gereklilik vardır. Engels, kendi çağının en ansiklopedik kafalarından Hegel’in kendi sisteminin devrimci özünü göremeyişini, bir adım ötedeki diyalektik materyalizme ulaşamayışını anlatırken “[bu] Hegel'in Alman olmasından ve kafasının arkasında, tıpkı çağdaşı Goethe gibi bir darkafalı burjuva saç örgüsü taşımasından geliyordu. Goethe de, Hegel de, her biri kendi alanında, Olimposlu Zeus idiler, ama ne biri ne de öteki, hiçbir zaman Alman darkafalı burjuvalığından tamamıyla sıyrılamadı.” der. Benzer bir tartışmayı Marx’ın klasik iktisatçılarla ardıllarını ele alırken yaptığı bilinir. Birincilerin, Marx’ın keşfettiği yasaları keşfetmesi için gerekli maddi koşulların yeterince olgunlaşmamışlığı söz konusu iken, ikinciler “koşulların gereğinden fazla olgunlaşması”na paralel olarak burjuva saflarda bulunmanın sonucu “mazeretçilik teorisi”ni geliştirmişlerdir.
Lenin, bütün mücadele yaşamı boyunca olgu ve sorunlara devrimci bir anlayışla yaklaştı. Devrimin ihtiyaçlarını en başa koyarak geliştirdi tüm teorik yaklaşımlarını. Kılı kırk yaran “teknik tahlillere” dalanların tersine, doğrudan devrimci sonuçlar çıkarmak perspektifi ile çözümler bütün gerçekliği.
Amacınız dünyanın devrimci dönüşümü ise tarihte ve toplumda bunun olanak ve eğilimlerini saptarsınız. Nesnele kölece teslim olan değil, tüm imkanları zorlayarak onu dönüştüren olursunuz. Bir devrimciler örgütü ile dünyayı yerinden oynatırsınız!
Hele de tüm dünyanın başkentleri milyonlarca emekçinin öfkeli gösterileriyle sarsılıyorken!..
Yeni Bir Evre
Günümüzde gelişmelerin hızı inanılmaz. Özellikle son çeyrek yüzyıldır olaylar korkunç bir hızla akıp geçiyor. Bu hız, basitçe bilimsel-teknik gelişmelerin koşulladığı bir yaşam tarzı meselesi değil. Toplumsal ilişkiler toplamının, bu ilişkilerin tüm alt süreçlerinin göz kamaştıran bir hıza ulaştığı aşikar. Para-sermayenin sıfır zamanlı dolaşımıyla hızlanan dünyamızda artık gelişmeleri takip edebilmek bile başlı başına bir mesele. Değişim hızı inanılmaz! Geçmiş on yıllarda her biri tüm yerküreyi derinden sarsacak olaylar dizisi, peş peşe, art arda sıralanıyor. Tarihin evreleri kısalıyor. “Kısa tarih” dönemi yaşanıyor; on yıllık gelişmelerin artık aylara, haftalara hatta günlere sığdığı bir “kısa tarih” dönemi...
Emperyalist-kapitalist sistem 2008’den beri hala atlatamadığı, özellikle Ukrayna savaşı sonrası daha da derinleşen küresel bir krizin tam ortasında. Tüm dünyayı korkunç bir yıkıma sürükleyecek büyük savaşları çıkarma pahasına ayakta kalmaya çalışıyor emperyalistler. Ama diğer kutupta, sayıları her geçen gün büyüyen küresel isyan ordusu var. Özellikle Filistin halkının kahraman direnişi ve İsrail siyonizminin soykırım saldırıları sonucu, tüm dünya başkentlerinde milyonlarca emekçi harekete geçti. Tarihin en büyük devrimci dalgalarından birine tanık oluyoruz. Tüm yerküreye yayılan eylemler kısacık bir zaman dilimine sıkışmış durumda.
Yıkıcı dalgaları her geçen gün şiddetlenen bu kriz sürecinde günümüz dünyasını devrimle dönüştürme perspektifiyle hareket ediyorsak, bu dönüşümün dinamiklerini arayıp bulmak, teorik açıdan bunun imkanlarının serimini yapmak zorundayız.
Tarih sıçramalarla ilerliyor. Kapitalizmin çelişkili ve karşıtlık içindeki gelişmesi patlamaları, hızlı gelişmeleri, sıçramaları içerir. Uzun süre değişmez gibi görünen bir olgu çok daha kısa sürede dönüşüme uğruyor. Dönem, kapitalizmin sıçramalı çöküş evresine girdiği bir dönemdir.
Eski sömürgecilik kapitalizmin ürünüydü, yeni sömürgecilik ve bağımlılık ilişkileri de öyle. Ama bunlar ortak yönleri olmakla birlikte farklı özelliklere sahip ilişki biçimleriydi. Küresel ölçekte sermayenin gelişimine, birikimine, sömürge ülkelerin bu sürece eklemlenmesine bağlı olarak farklılaşan ilişki biçimleriydi bunlar. Sömürge ve yarı-sömürgelerdeki eski komprador ilişkisi, bizzat bu ülkelerde belirli bir sermaye birikimi gerçekleştiği ve emperyalist merkezlerdeki birikim düzeyi farklı ilişkileri yarattığı için, sömürgecilik yerini bağımlılık ilişkilerine (yeni sömürgecilik) bıraktı. Doğuşundan itibaren küresel bir sistem olan kapitalizm, sermaye birikiminin ulaştığı düzeye bağlı olarak içkin yasalarının serpilip gelişmesiyle yeni ilişki biçimleri yarattı.
Bu gelişimin, bu serpilip genişlemenin, yeni biçimler yaratmanın durması beklenemez. Bir toplumsal ilişki olarak sermaye ortadan kaldırılmadığı sürece içkin yasalar işlemeye devam edecek, dünyayı ve ilişkileri sürekli dönüştürecektir. Krizler bu dönüşme ve dönüştürme süreçlerinin en yoğun yaşandığı uğraklardır.
Sermaye birikiminin düzeyine bağlı olarak ilişkiler değişim geçirmeye devam etti. Bir yandan sürekli büyüyen atıl para-sermayenin zorlamaları, diğer taraftan sınai ve tarımsal üretimin ihtiyaçları 70’li yıllardan başlamak üzere bağımlılık ilişkilerinde yeni bir düzey yarattı. Bağımlı ülke ekonomileri tümden emperyalist merkezlerin önce denetimine girmeye başladı, ardından söz konusu ülkeler emperyalist merkezler bakımından tamamen ekonomik ilhaka uğradı. Bu sürecin ilk adımları için gerektiğinde askeri darbeler yapıldı. Bağımlı ülke ekonomileri ithal ikamecilikten bir “uzantı pazar” haline geldi. Para-sermayenin küresel dolaşımının önündeki tüm yasal engeller kaldırıldı. Piyasalar birbirine bağlandı. Dolaşım süresinin kısaltılması baskısı iletişim ağlarını geliştirdi ve güçlendirdi. En sonu internetin gelişmesiyle birlikte “sıfır zamanlı dolaşım” gerçekleşti. Söz konusu atıl para-sermayenin küresel artı-değerden pay alabilmesi adına piyasaların kuralsızlaştırılması süreçleri yaşandı. Dünya Ticaret Örgütü’nü yaratan gelişmeler oldu. Üretimde küresel ölçekli yeni işbölümleri ve dağılımlar gerçekleşti. Emperyalist merkezlerin de-industrilization (sanayisizleşme) süreci, üretimin emek-yoğun kısımlarının ucuz ve örgütsüz emeğin bol olduğu bağımlı ülkelere kaymasını yarattı.
Tüm bunlar insanlık tarihi açısından bir an olarak nitelenebilecek zaman diliminde gerçekleşti. Özellikle geçen yüz yılın son çeyreğinde büyük bir hıza ve yoğunluğa ulaştı.
Sürecin rutin, sakin, çatışmasız ve sancısız gerçekleşmediğini gördük, biliyoruz. Bunlar sıçrama ve çöküşlerle, kriz ve çatışmalarla, savaşlarla dolu yoğun bir tarihi dönemde oldu. Küresel ölçekte emek örgütlerinin yerle bir edilmesi güle oynaya gerçekleşmedi. Bağımlı ülke pazarlarının yıkıma uğratılması ve tamamen uzantı bir ekonomiye dönüşümü de öyle. (Ki bu süreç, Türkiye dahil tüm dünyada hala devam ediyor) Yerküre yangın yerine döndü. Emeğin ve emek güçlerinin genel örgütsüzlüğü, sosyalist ülkelerdeki karşı-devrimler, komünist hareketin sürece cevap veremeyişi... teorik alanda sığlığı ve gericiliği besledi. Karamsar yorumlar ortalığı kapladı. İşin aslı emperyalist burjuvazi de her tür aracı kullanarak bunun önünü açtı.
Oysa aynı dönem Türkiye’de ve dünyanın pek çok bölgesinde devrimci kabarışın gerçekleştiği dönemdi. Görünenin aksine çökmekte olan, yıkılmanın eşiğine gelen emperyalist-kapitalist sistemin kendisiydi. Sosyalizmin tek yanlı örneğinin çökmesi sadece sermayeye psikolojik üstünlük sağlamış ve o da bunu başarılı bir şekilde kullanmıştı. Yaşamın katı gerçekleri kısa sürede görüntünün yanıltıcı olduğunu gösterdi.
Dünya burjuvazisinin “zafer naraları” hala yankılanıyorken, 93 ortalarından başlamak üzere tüm Avrupa grevler ve eylemlerle sarsılmaya başlamıştı. Küresel ticaret anlaşmalarına karşı eylemler tüm dünyaya yayılan salgın oldu adeta. Brüksel’de kamyoncular otoyolları bloke etti, çiftçiler tüm Avrupa’yı kasıp kavurdu, Japonya’dan Roma’ya çiftçi eylemleri tekellerin tarım uygulamalarına meydan okudu... Hemen ardından Chiapas’ta Zapatist hareketin başlattığı ayaklanma gündeme geldi. Dünya Ticaret Örgütü’nün doğuşu yeni eylem dalgalarını tetikledi. Grevler, eylemler, gösteriler hiç hız kesmedi. Dönem dönem küresel başkaldırılara dönüştü.
Seatlle ayaklanması, Davos, Washington, Güney Asya ayaklanmaları, Latin Amerika ayaklanmaları ve sokak savaşlarıyla emperyalist-kapitalist dünyanın nasıl bir bıçak sırtında olduğu iyice ortaya çıktı. 1 Mayıs 2000 tam bir patlama oldu. Bütün kıtalarda milyonlarca işçi, halk kitleleri sokağa çıktı. Her yerde antikapitalist sloganlar ön plandaydı. Proletaryanın devrimci perspektiflerinin kendisini kabul ettirdiği antikapitalist ayaklanma, eylemde ve bilinçte ileri doğru bir sıçramaydı. Proletaryanın ve halk kitlelerinin antikapitalist dünya ayaklanmaları, yüzyılımızı sosyal-devrimler ve sosyal-ayaklanmalar yüzyılı yapan gelişmeleri başlattı.
Bütün çağdaş gelişme, bu çağa aykırı üretim biçimine ve tarihi olarak hiçbir varlık nedenine dayanmayan burjuvaziye karşı ayaklanış içerisinde!
Üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin kapitalist sistem altında olgunlaşması, tek tek ülkelerle sınırlı kalmayan, küresel bir gerçektir. Devrimin bu üst belirlenimi, şimdi tüm kapitalist dünyada işlemektedir. Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirildiği çağın yeni ve en son evresine girmiş bulunuyoruz.
Devrimler çağı yıkıcı enerjisini, üretici güçlerin içinde bulundukları kapitalist üretim ilişkileri kabuklarına sığamayacak ve bu kabukları çatlatacak denli gelişmiş olmalarından; eski toplumun yeterince çürümüş, dağılmış ve toplumsal ögeleri denetleyemez duruma gelmesinden alıyor. Tüm dünya çapında, yönetenler eskisi gibi yönetemiyor.
Dünya ölçeğinde, devrimin özneleri bir araya geliyor, çıkarların uyumu ve birlikteliğin gücünün bilincine varıyor. En karanlık zamanlardan beslenen sezgileri, çok yönlü yetenekleri, zengin ilişkileri ve doyuma ulaşmayı bekleyen acil ihtiyaçları ile sosyal insan, kapitalist özel mülkiyete karşı koyuyor. Tür olarak kendi geleceğini ciddi anlamda tehlikede gören emekçiler, kapitalist bireyi ve özel mülkiyetini feda etmeye girişiyorlar. Yani dünya çapında, yönetilenler artık eskisi gibi yönetilmek istemiyor.
Kapitalist sistemin küresel çöküşüne, ABD emperyalizminin dünya çapında hegemonyasının ve kendi toplumsal dokusunun çözülüşü eşlik ediyor. Bu durum, başlı başına, dünya emekçi sınıflarına, eğer harekete geçerlerse zafere ulaşabileceklerine dair umudu aşılıyor.
Donbass’ta (Ukrayna) tüm emperyalist güçlere ve onların saldırı kıtası olarak iş gören faşist sürülere karşı yürütülen savaş, antiemperyalist ve antifaşist karakterdeki bu savaş, mevcut koşullar altında, tüm dünyada işçi sınıfı ve emekçi halklar arasında emperyalizme karşı mücadele ruhunu güçlendiriyor. Devrimci Filistin halkının kahraman direnişi, bu antiemperyalist mücadele ruhunu gözler önüne seriyor.
Başarmak İçin
Çelişkilerin keskin, çatışmaların yoğun olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Dünya işçi sınıfı ve emekçi halklarına muazzam olanaklar sunan bir dönemden geçiyoruz. Olay ve gelişmeleri yalnızca emperyalist burjuvazinin saldırı ve savaşları üzerinden okuyanlar, bu değişim dinamiğini kavrayamıyorlar. Lenin, emperyalist savaşın ateşine kendini kaptırıp giden II. Enternasyonal önderlerinin tersine, o yıkımın içinden proleter devrimin ve halkların antiemperyalist mücadelelerinin yükselişini görüyordu.
Başta da söylediğimiz gibi, amacınız dünyanın devrimci dönüşümü ise, toplumsal gelişmelerde bunun araçlarını ve dinamiklerini bulmaya çalışırsınız.
İşçi sınıfının örgütten başka bir silahı yoktur! (Lenin) Bu kısacık tümce aslında sınıflar savaşımının tüm bir tarihinin en özlü ifadelerinden biridir. Marx’ın söylemiyle “devrimci olmak ya da bir hiç olmak” dışında bir seçeneği olmayan proletaryanın, örgütsüz bir hiç olduğu gerçeğinin en kısa ifadesidir. O proletaryadır ki tarihi ve toplumu değiştirme tarihsel görevini üstlenmiştir, hiç olmak istemiyorsa, en güçlü örgütle silahlanmak zorundadır.
Her toplumsal olgu gibi, proleter örgütler de tarihsel bir evrimin ürünüdür. Farklı gelişme aşamalarında, farklı tarihsel dönemlerde farklı tipte örgütler olarak çıkarlar tarih sahnesine.
Tarihi gelişme içinde ilk proleter örgüt/parti olarak addedebileceğimiz yapı, Babeuf’ün Eşitler Komplosu’dur dersek yanılmış olmayız. Son derece dar ve gizli örgütlenmiş sıkı disiplinli bir yapıdır Eşitler Komplosu. Ne yazık ki içlerine sızmış olan bir ajan nedeniyle açığa çıkar ve kurucusu Babeuf ve arkadaşlarının giyotine gönderilmesine yolaçar. Örgütün üyelerinden Bounoratti, hayatta kalan üye olarak Eşitler Komplosu’nun tarihini yazacak, bu eser işçiler arasında yankı bulacaktır.
Kapitalizmin gelişimine paralel olarak sanayi devrimi sonrası hızla genişleyen proleter kitlelerin değişik örgütleri de yayılmaya başlar. Yardım sandıkları, dayanışma ve kardeşlik dernekleri, siyasal birlikler... Yaşamın bizzat kendisi işçileri bir araya gelmeye zorlamaktadır. İngiltere’nin Chartist hareketi doğrudan siyasal taleplerle ortaya çıkan ilk kitlesel modern işçi örgütü olur. Gevşek, çok geniş kesimleri kapsayan bir “cephe” örgütüdür. Fransa ise, devrimci geleneğine uygun olarak emek eksenli gizli örgütlerin beşiği olarak öne çıkacak, pek çok gizli komplocu işçi örgütü kurulacaktır. Lonca örgütlenmesinden modern işçi partisine doğru bir gelişim Batı Avrupa’da kendini gösterir.
En nihayetinde Londra’da pek çok göçmen işçiyi barındıran 1836’da kurulmuş olan Adalet Birliği, Marx ve Engels’in katılımıyla nitel bir değişim geçirecek, modern anlamda komünist parti doğacaktır. İşçi sınıfının gerçek militan öncüsü Komünistler Birliği 1847’de hayata gözlerini açacak ve o tarihten itibaren proletaryanın bağımsız örgütlenmesi, bu örgüte dayanarak savaşıma atılması gerçekleşecektir.
Komünistler Birliği bir savaş çağrısı olan programıyla (Komünist Manifesto) dünya tarihine damgasını vurdu. Demokratik merkeziyetçiliğe dayanan modern tüzüğüyle kendinden sonra gelen bütün işçi ve komünist partilerine yön verdi. Komünistler Birliği’ye işçi sınıfı bağımsız örgütlenmeye girişti; dünyanın devrimci dönüşümü kavgasına atıldı. Birlik 1848 devrimlerinin ateşinde doğdu, zorlu kavgalara atıldı. Devrimlerin yenilgisi ve devrimci dalganın geri çekilmesiyle birlikte “uykuya çekildi.”
Kapitalizmin hızlı büyüme süreciyle ve “Yeni Dünya”ya göçlerle birlikte devrimci işçi örgütleri güçten düştü, dağıldı. Bu aşamadan sonrası işçi sınıfının bilimsel teori ile silahlandırılması için bir kuluçka dönemi diyebileceğimiz geri çekilme dönemidir. Kapitalist sanayinin gelişimi, işçi sınıfının yaygınlaşması, koşulların değişimi ve bu süre zarfında bilimsel sosyalizmin Marx’ın ekonomi-politik çalışmalarıyla dört başı mamur bir silaha dönüşmesi şartlarında I. Enternasyonal doğdu. Komünistler Birliği’ne göre çok daha gevşek bir yapıdaydı. İşçi partisinden ziyade “demokrasi güçlerinin gevşek koalisyonu” idi. Bu yönüyle bir savaş örgütü olmaktan ziyade Marksist teorinin belli başlı ülkelerin proleter kitleleri arasında yayılmasının aracı oldu. Örgütsel olarak ilkine göre daha zayıf olan bu yapı, düşünsel olarak bilimsel sosyalizmin daha geniş kesimlere ulaşmasını sağlamakla daha ileri bir adım oldu. Manevi bir otoriteydi. O kadar ki, 1871 Paris Komünü O’nun manevi çocuğuydu.
Komün’ün yenilgisinden sonra genel merkezi ABD’ye taşınan Enternasyonal 4 yıllık uyku döneminin ardından resmen dağıtıldı. Ama başladığı yerden çok daha ileride, gelişmiş bir proleter hareket yaratmış, belli başlı gelişmiş kapitalist ülkelerde Marksist işçi partileri kurulmuştu.
Marx’ın ölümünden sonra kurulan II. Enternasyonal, temelde Avrupa ülkelerinde kurulan Marksist işçi partilerin (sosyal-demokrat partilerin) oluşturtuğu Marksist bir Enternasyonal idi. Uluslararası arenada Marksist teorinin yayılması ve gelişimini sağladı. Büyük oranda yasal kitle partileri söz konusuydu. Enternasyonal bu partilerin bir nevi danışma kurulu gibiydi.
II. Enternasyonal, sınıflar mücadelesinin görece barışçı geçtiği dönemde mücadele verdi. Yaptığı esas hizmet, sosyalizmi en geniş kitlelere götürmek ve parti yönetiminde kitlelerin kapitalizme karşı mücadelelerini yönetmek oldu. Bu dönemde legal mücadele araçları sosyalizm için başarılı olarak kullanıldı. Koşullarda önemli bir değişim meydana gelince, II. Enternasyonal partileri gelişmelere ayak uydurmakta zorlandılar. Barış döneminin ürünü olan II. Enternasyonal ve onun partilerinin içten nasıl çürümüş oldukları fırtınalı dönemle birlikte açığa çıkacaktı.
Yüzyıl dönümü aynı zamanda kapitalizmin kapitalist emperyalizme dönüşüm dönemiydi. Lenin’in yıllar sonra isabetli olarak gösterdiği gibi, bir çürüme, asalaklaşma ve aynı zamanda sosyalizmin öngünü olan bir çağ başlıyordu. Bu çağın, kelimenin gerçek anlamında devrimler çağının savaşçı örgütünü yaratmak, Lenin’in bizzat kendi pratiğinden çıkardığı temel görev oldu.
Burada özellikle vurgulamak lazım. Leninist parti düşüncesi hatalı bir şekilde Çarlık Rusyası koşullarıyla özdeşleştirilir çoğu zaman. Salt o koşullara özgü imiş gibi ele alınır. İlk dönem tartışmalarında, özellikle Rosa Luxemburg’la olan tartışmasında Lenin kendisi de sorunu bu açıdan ortaya koyar. Gerçekte ise Çarlık Rusyası’nın şartlarından daha çok yeni dönemin özelliklerinin yansımasıdır Leninist parti. Bu gerçeğin anlaşılması için “kapitalizmin barışçı döneminin” sona ermesi, emperyalizmin toplumsal yaşamda tamamen hakim olması ve büyük savaşın patlak vermesi gerekecekti.
Lenin, kendi çağında yaygın olan Marksist kitle partilerine takılıp kalmadı, devrimi, devrimci dönüşümü gerçekleştirecek aracın ne olması gerektiğini sorguladı. Dönem her yönden kendisini temsil edecek politik bir örgütlenmeyi dayatıyordu. Proletaryanın devrimci sınıf partisi olan Leninist Parti böylesi bir devrimci dönemde doğdu.
Leninizmi yaratan koşullar aynı koşullardı. Hem Rusya’da ve hem de dünyada Leninizmin koşulları ortaya çıkmıştı. Stalin’in Leninizm için yaptığı “proleter devrimler çağının Marksizmi” tanımı, tam da bu gerçeğin altını çizmektedir.
Ekim Sosyalist Devrimi yeni tipte bir parti olan Bolşevik Parti (Leninist Parti) tarafından zafere ulaştırıldı. Pratik olarak proleter devrimlerin başladığı çağdır emperyalizm. Proletarya diktatörlüğünün pratik bir görev olarak gündeme geldiği çağdır. Ve onun temel savaş örgütü de Leninist partidir. Bu pratik göreve soyunan bütün ülkelerin komünistleri hızla uzlaşmacı çürümüş II. Enternasyonal partilerinden kendilerini ayırırlar. Ayrı komünist partilerini kurarlar. Bu partilerin bir araya gelmeleriyle III. Enternasyonal (Komünist Enternasyonal) kurulur. III. Enternasyonal, proletarya devrimleri çağının ürünüdür. Komintern’in kendisi de bir Leninist partidir. Gevşek örgütlenmiş eski enternasyonallerden farklı olarak bir dünya partisi olarak örgütlenmiş Leninist partidir. Böylelikle işçi sınıfının örgütlenmesi bir adım daha ileri taşınmış olur.
Komünist Enternasyonal partileri burjuvazinin en sert saldırılarında bile ayakta kalmasını bilen ve her koşulda mücadele etme yeteneği kazanan niteliklere sahip oldular. 1943’te dağıtılan Komintern döneminde proletarya, komünist partilerin önderliğinde birçok alanda başarılı oldu. Bilimsel sosyalizm maddi bir güç oldu, etkinliği arttı. Sınıflar mücadelesinde proletaryaya öncülük ettikleri için, mücadele alanında hiçbir boşluk bırakmadılar. Sosyalizm bir sistem olduktan sonra, hem yeni tip proletarya partilerinin, hem de sosyalizmin etkinliği iyice arttı.
III. Enternasyonal’in dağılmasından sonra uluslararası komünist hareket ara sıra yapılan komünist ve işçi partileri zirvesi biçiminde bir araya geldi. Son yarım yüzyılın büyük bir bölümünü kapsayan bu ilişki biçimine denk gelen süreçte, komünist partileri birbirinden farklılaştılar. Avrupa komünist partilerinin büyük bölümü, burjuvaziyle sınıf işbirliği anlamına gelen “Avrupa Komünizmi”ni benimsediler. Böylece bu partiler, Leninist parti anlayışından, bilimsel sosyalist öğretiden tamamen kopup proletarya diktatörlüğünü ve “öncü örgüt” anlayışını yadsıyarak düzene yöneldiler. Sosyalist ülkelerdeki komünist partileri temelde bilimsel sosyalist ilkelere bağlı kalırken, çeşitli noktalarda Marksist-Leninist ilkelerde ciddi hatalar işlediler, giderek komünist partisi konumundan uzaklaştılar ve sonuçta dağıldılar. Bağımlı ülkelerin komünist partileri ise, esas çoğunlukla oportünist-reformist bir temele oturdular ve zamanla sınıflar mücadelesinin dışına düştüler. Bağımlı kapitalist ülkelerde sınıflar mücadelesindeki boşluğu sol devrimci örgütler doldurdu.
Sosyalist ülkelerdeki karşı-devrimlerle başlayan ve değişik biçimlerde bugün kadar gelen bir “örgütten/partiden kaçma” eğilim mevcut. Bu eğilimin bir ayağını hiç kuşku yok ki komünist hareketin hataları ve süreci göğüsleyememesi oluşturuyor. Bir diğer kısım, güçlü sosyalist blokun ortadan kalkmasıyla uluslararası arenada safları hızla terk eden ve burjuva limanlara sığınan küçük burjuva hareket teşkil ediyor. Onun bozucu etkisi sanıldığından daha büyük. Bir diğer mesele üretimin değişen yapısıyla, bütünsel üretim birimlerinin parçalanıp toplumsal üretim zincirinin küçük ve dağınık birliklerine dönüşüyle alakalı. Tam ilhak süreci ile birlikte değerlendirilmesi gereken bu özellik, sınıfın örgütlenme dinamiklerinde belirgin değişiklikler yaratıyor. En sonu, bizzat burjuvazinin küresel ölçekte yoğun örgütsüzlük propagandası var.
Sermaye sınıfı, kendini fikri ve kültürel olarak da yeniden ve yeniden üreten kapitalist toplumda emekçi sınıflara atomizasyonu dayatır. Her alanda örgütsüzlüğün propagandasını yapar. Zira sistem her düzeyde sermayenin egemenliğini yeniden ve yeniden üretme üzerine kuruludur. “Bağımsız” görünen her şey, her birey, her aydın, her entelektüel, her mekanizma... özünde sermaye egemenliğinin yeniden üretilmesinin parçasıdır. Sermayenin topluma dayattığı ve yaydığı örgütsüzlüğün asıl özü, emeğin örgütsüzleştirilmesi iken sermayenin en üst düzeyde ve toplumun tüm gözeneklerine kadar örgütlü olmasıdır.
“Leninist partinin çağının geçtiği,” “eski örgüt modellerinin miadını doldurduğu,” türünde sıralanıp giden “yeni arayışlar”, aslında örgütsüzlüğü yaymakla tam da sermayenin hedeflediği şeyi gerçekleştiriyor. Biz ise çağımızın tam da Lenin’in ifade ettiği proleter devrimler çağı olduğu gerçeğinden hareketle, bir kere daha, örgüt diyoruz, Leninist parti diyoruz. Sosyalizm günümüzün acil bir sorunudur, Leninist parti de aynı şekilde günümüzün temel aracıdır!
Lenin, kendi çağında devrimci Marksizmin temsilcisiydi. Asla savunmaya çekilmedi. Burjuva düşüncenin tüm kalelerine devrimci hücumlarını sürdürdü. “Saf demokrasi” safsatalarıyla dalga geçti. Marx ve Engels’in devlet ve devrim öğretisini ortaya koyarken adının demokrasi düşmanına çıkmasına asla aldırmadı. Bugün Lenin’in kararlılığıyla, burjuva ideolojinin tüm kalelerine saldırıya geçmek en temel görevlerimizdendir.
Sosyalist ülkelerde gerçekleşen karşı-devrimler tarihsel birikimi ortadan kaldırmadığı gibi sosyalizmin yarattığı maddi kültürel birikimi ve onun etkinliğini de ortadan kaldırabilmiş değil. Proleter hareketin yaslanacağı ve besleneceği muazzam bir birikim mevcut. Komünist parti, kitleler içinde derin kök salan sosyalist birikimi kucaklamak ve onu her yerde egemen yapmak zorunda. Bu kapsamlı görev, komünist partisini nitelik olarak yetkin olmaya zorluyor. Öte yandan her ülkedeki burjuva egemenlikleri uluslararası bir nitelik kazandığında, uluslararası devrimci proletaryanın enternasyonalizmi eylemsel temelde bir zorunluluk olarak öne çıkmıştır.