Herkes bir sona gelindiğini görüyor. Lafla, propagandayla, algı operasyonlarıyla gidilecek bir milim bile yol kalmadı. Bir duvara dayanmak, bir uçurumun kenarına gelmek, denizin bitmesi... bulunduğunuz yere göre yapılacak çokça tanım var. Elbette bu tanımlara göre de sunulan yol haritaları!..
Yol haritaları değişik. Her şeyden önce, bu “tıkanma noktası”nda sermayenin değişik kesimleri kendi çıkarlarına dönük çıkış reçeteleri sunuyor. Ekonomi politikaları iktisat yazınında yoğun ateş altına alınıyor. Her kriz döneminin temel özelliği, sınıf olarak sermaye ile birey olarak kapitalistin çatışan çelişkilerinin en uç noktalara savrulmasıdır. Bu temel olgu tüm bu tartışmalarda belirginleşiyor.
Faiz, enflasyon, döviz tartışmaları aldı yürüdü. Hükümetin bu alandaki günü kurtarma çabaları, çapsız Damat ve ekibinin beceriksizliğinin de katkılarıyla, kelimenin gerçek anlamında iflas etti. Faizler eksiye düşürüldü. Burjuva iktisat teorisine ters bir şekilde böylelikle enflasyonun düşeceği iddia edildi. Ayrıca finansal maliyet düşeceği için, en başta inşaat sektörü olmak üzere, ticaret ve yatırım canlanacaktı. Böyle olmadığı görüldü. Yasal zorla baskılanan faizler enflasyonu indirmeye yetmedi. Hatta tersten, kredi ucuzladıkça “ekonominin ısınması” üzerinden enflasyona ek bir direnç kazandırdı.
“Ekonominin ısınması” doğallığında talep büyümesi üzerinden enflasyonu yukarı çekici bir etki yaratır. Bizdeki gibi üretimin ithalata bağımlı olduğu, üretim ve ihracattaki her artışın daha büyük oranda ithalat artışına yol açtığı ülkelerde, bu türden “ısınma” sürekli artan bir döviz ihtiyacının yaratacağı ek maliyetlerle dönüp enflasyona ek ivme katar. Yerel para birimi ucuzladıkça, enflasyonun, maliyetleri ve kar oranlarını korumanın en temel yolu haline gelmesi kaçınılmazdır.
Evlere şenlik döviz hikayesi biliniyor zaten. Ağacın gölgesini kendi gölgesi sananlar gibi, “parasal genişleme” politikaları sonucu gerçekleşen ucuz döviz dönemini kendi başarısı sanan ve bunun hiç bitmeyeceğini düşünen hükümet, akışın terse dönmesi karşısında iradi olarak durumu kontrol altına alabileceği sanrısına kapıldı. Değil Türkiye'nin derme çatma rezervleri, çok daha büyük ölçekli rezervler bile böylesi bir macerayı başaramazdı. Zaten Saray da başaramadı. Sonuçta üç yıl içinde TL yarı yarıya değer kaybetti (döviz iki katına çıktı), Merkez Bankası’nın elinde avucunda ne varsa hepsi eridi gitti. Net rezervler eksiye düştü. Üstelik tüm bunlar olurken, önce kamu bankaları, ardından özel bankalar, yasal zorlamalarla bu yıkıma ortak edildi. Hep beraber uçurumun kenarına sürüklendiler.
Hükümet swap piyasasındaki TL oyunlarıyla bir süre daha direnmeye çalışıyor. (Bu yazı yazılırken Londra’da TL kıtlığından faiz yüzde 1050’ye kadar çıkmış durumdaydı!) Üstelik bunun umutsuz bir çaba olduğunu bile bile yapıyor. Yapmak zorunda.
Burjuva iktisatçıların bir türlü anlamak istemedikleri şey, kağıt üzerinde formüllerle çözülen sorunların gerçek yaşamda milyonların yaşamlarını doğrudan etkilediğidir. İktisatçı bunu es geçer (salt teorik olarak bilir), siyasetçi ise bunu iliklerinde hisseder. Hayır, burjuva siyasetçi halkı sevdiğinden, halk yararına yapmaz bunu. Onu tepede tutan dengelerin ne olduğunu bildiği için yapar. (Buna ayrıca o siyasetçilerin temsil ettiği sermaye kesimlerinin çıkarlarını da ekleyelim.)
Sonuçta sermaye içinde derinleşen çıkar çatışmaları bu politikalar üzerinde etkili olsa da, bir bütün olarak bu politikalar, emekçi yığınlar açısından tam bir yıkımdır. Onlar hangi sermaye kesiminin bu durumdan daha kazançlı çıkacağı, kimlerin yenilip yutulacağı üzerinden bilek güreşi yaparken, geniş işçi kesimler korkunç bir yoksulluğa itiliyor.
Yapılan bütün araştırmalar, buna devletin resmi kurumları ve kötü ünlü TÜİK dahil, emekçi halklar arasında tarih boyunca karşılaşılmayan türde bir yoksullaşma ve yıkımın hüküm sürdüğünü gösteriyor. Geniş tanımlı işsizlik %23’e ulaşmış. Neredeyse her dört kişiden birinin işsiz olmasından bahsediyoruz! Durumun tam anlaşılabilmesi için vurgulamakta fayda var. Türkiye’de işgücüne katılım oranı %48! Çalışabilir nüfusun yarısından daha azı içinde bu yüksek orandan bahsediyoruz. (Göçmen işgücünü de bu sayıya dahil ettiğinizde durum tam bir felaket halini alıyor.)
Ekonomik yıkım ve kriz, sınıfa yönelik yoğun saldırılarla el ele derinleşiyor. Ekonomi politikaları tartışmaları, “frene basma”, “ekonomiyi soğutma” ya da adına her ne denirse densin, geçmişte hiç yaşanmamış boyutta bir yokluk ve yıkım şartlarında yürütülen bu tartışmalar, işçi ve emekçilerin “canlı tepkisini” hiç hesaba katmıyor. Oysa tam da gündemin ana merkezinde olması gereken şey, bu “canlı tepkidir”. Dar görüşlü burjuva iktisatçılar farkında değilse de, burjuva siyasetçiler bu tepkinin potansiyelini gayet iyi görmektedir. Dört nala hazırlandıkları kapışma, tam da emekçi yığınların bağrında mayalanmakta olan bu tepkiyi bastırmaya yöneliktir.