“Devlette süreklilik esastır”. Böyle diyordu bir zamanlar RTE sık sık. Salt kendini pazarlamak için sarf edilmiş sözler değildi kuşkusuz. Tarih boyunca eski sömürücü sınıfın yerini alan her yeni sömürücü sınıf, bir azınlığın egemenlik aygıtı olarak devleti ele geçirip yetkinleştirmekten başka bir şey yapmamıştır. Bu yönüyle devlet, “bir sürekliliğin” aygıtıdır. Kendi içinde taşıdığı “kopuşlar”, kesintiler vardır elbet.
Kendini “yeni bir cumhuriyet” olarak savaşın yıkıntılarının içinden inşa etse de, Türk devleti, kurucu kadroları ve dayandığı egemen sınıflar olarak, “reddettiği” Osmanlı mirasının üzerinde şekillenir. Bu yönüyle de “devlette süreklilik” vardır.
Bu devlet, sınıflar savaşımı içinde burjuva sınıfın ihtiyaçlarına göre biçimlenmiş, evrim geçirmiştir. Sermaye birikimi ve bununla bağıntılı egemenlik biçimleri, sınıflar savaşımının prizmasından geçerek şekillenmiştir. İktidar ve devlet, sermayenin emek üzerindeki, Türk burjuvazisinin çeşitli uluslar ve ulusal topluluklardan işçi sınıfı üzerindeki, Türk ulusunun Kürt ulusu ve ulusal topluluklar üzerindeki egemenlik araç ve aygıtı olarak gelişim göstermiştir. Burada da yine “devlette süreklilik” vardır.
Osmanlının yıkıntıları üzerinde yükselen “modern Türkiye Cumhuriyeti” devleti, doğuşundan itibaren gerici ve baskıcıdır. Devraldığı miras kadar, güçsüz sermaye birikimine sahip bir sınıfın egemenlik aygıtı oluşu da etkindir bunda. Salt veya genel olarak iktisadi zor ile egemenliğini sürdürebilecek birikim ve güçten mahrum oluş, kaçınılmaz olarak çıplak zoru, cebir ve şiddeti siyasetin her daim temel ögelerinden biri haline getirmiştir. Doğuşundan itibaren sınıflar savaşı darağaçlarının gölgesinde gelişti. Sınıfların varlığının bile inkarına göre şekillendi. Kürt ulusal güçleri ve ulusal topluluk halkları büyük kıyımlara varan katliamlarla yüzleşmek zorunda kaldı.
Bu gerici devlet yapısı, tekellerin egemenlik çağında sermaye sınıfı için faşizmin bir “acil ihtiyaç” haline geldiği koşullarda, askeri faşist darbeler eliyle faşistleştirilmeye alabildiğine müsait bir yapıdaydı. Hızla gerekli dönüşümlerin tamamlandığı 12 Mart ve 12 Eylül askeri faşist darbelerinden sonra devlet aygıtı tamamen faşistleştirildi. Ve bu aygıt, geçmişten gelen baskı ve zoru, alabildiğine dar bir tekelci sermaye kesimi ve emperyalizm adına hızla uygulayabilecek bir yapıya kavuşturulmuş oldu.
İşkence ve katliamlar, uygulanan yöntemler vb açıdan yine “devlette süreklilik” vardı. Zindanlar, zindanlardaki vahşet, sokak ortasında kurşunlanma, ev baskınlarında öldürme, en vahşi işkence yöntemleri, “gözaltında kaybetme”... Araya farklı dönemler girse de, toplumsal belleğe adeta dejavu hissi yaratan yinelenen vahşetler hiç eksik olmadı.
11 Eylül’de gözaltına alındıktan sonra işkence edilip helikopterden atılan Osman Şiban ve Servet Turgut'un “hikayesi” tam da böyle hikayelerden. Üstelik öyle tek sefere mahsus bir durum da değil. Çokça tanık olduk Kürt halk hareketinin yükselişiyle birlikte. Kimi zaman “yardım yatakçılık” suçlamasıyla evinden gözaltına alınan bir köylü oldu, kimi zaman bir gerilla. Köylüler söz konusu olduğunda hikaye hemen hiç değişmiyor. Ya helikopterde ayağı kayıp düşüyor, ya kaçarken kayalıklardan düşüyor!..
Servet Turgut yaşama daha fazla tutunamadı. Hayatını kaybetti. Servet Turgut’un kardeşi taziyede diyordu ki:
“Bu insan evinden çıkarak köyüne gitti. Topladığı ot torbalarını bağlıyordu. Yanında sadece bir tek çuvaldız vardı. Bu insan fakirdi, çalışkan biriydi. Zalim değil, masum bir insandı. Öncelikle Allah'a yalvarıyoruz, sen dünyaya zulmü içinde barındıran insan değil içi temiz insan gönder. Bugün hayvan bir çukura düştüğünde itfaiye çağırarak o hayvanı kurtarıyorlar. Bu insana büyük bir zulüm yapıldı. Allah bu vahşeti kabul etmesin. Bizim ciğerimiz nasıl yandıysa onların da öyle yansın. Bu insan vahşice helikopterden atılarak şehit edildi. Bütün dünyaya sesleniyoruz; bu insana yapılan hukuksuzluk kimseye yapılmasın. Allah, bu vahşeti kabul etmesin.”
Servet Turgut yaşamını kaybetti. Osman Şiban yoğun bakımda ve hiçbir şey hatırlamıyor. Valilik ise kısacık bir açıklamayla “kayalık alanda 'dur' ihtarına uymayarak, kaçarken düştü” diye “izahat” getirdi! İçişleri Bakanlığı’na gelince... “helikopterden atıldı” diyen bizlere sövüp saydı, “terör örgütü yandaşı” ilan etti. Derken, Turgut ve Şiban’ın “kaçarken kayalıklardan düştü” denilen yerin fotoğrafı yayımlandı yurtsever basında. Bırakın kayalıkları, ortalıkta ayağı takılıp düşülebilecek tek bir taş bile yoktu olay mahallinde. Ama ne gam, “devlette süreklilik esastır” ve valilerin açıklamaları 30 yıldır noktası virgülüne kadar aynıdır!
Sahi, bu “süreklilik” içinde RTE’yi milat yapıp öncesine dönmeye çalışanlara ne demeli?