Lübnan’ın işgali, Beyrut Kuşatması, Sabra ve Şatilla, FKÖ’nün sürgünü kabul edişiyle Lübnan’dan çıkan gerilla kuvvetleri... Askeri anlamda büyük bir geri çekilme, silahlı savaşımın neredeyse durma noktasına geldiği dönemlerdi 1982 sonrası.
Filistin Kurtuluş Örgütü’nün asıl gücü El Fetih’di. Arafat, 1982’de Lübnan’dan çekilme kararını diğer bileşenlere (FDKC, FHKC, Filistin Komünist Partisi, Saika ve diğerleri) danışmadan almıştı. Oysa Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi Lübnan’da kalıp savaşı sürdürmek politikasını savunuyordu. Sonuçta bu adım gerillaların Lübnan’dan çıkmasını, direnişin büyük oranda dağılmasını getirdi. Ayrıca Arafat önderliğinde FKÖ “diplomatik görüşmeler” yapıyordu.
Bu dönemde El Fetih bölündü, iç çatışmalar yaşadı. Arafat önderliği Ürdün Kralıyla anlaştı. FDKC, FHKC, FKP, Arap Kurtuluş Cephesi ve Arafat’tan kopan El Fetih grubu, 1985’te Filistin Ulusal Kurtuluş Cephesi’ni (FUKC) kurdular. 1986’da Şii Emel milisleri Arafat grubuna saldırdığında FUKC kuvvetleri Arafat’ın El Fetih’inine yardıma koştu. 1987’de uzlaşma sağlandı ve yeniden FKÖ çatısı altında birleşildi.
Kısacası, “sürgün dönemi” hem FKÖ’nün iç gerilim ve bunalımını artırdı, hem de direnişin üzerine neredeyse ölü toprağı serpilmesine yol açtı. Filistin Komünist Partisi’nin özellikle Batı Şeria’daki yoğun taban örgütlenmelerini saymazsak, işgal altındaki topraklarda FKÖ genel olarak güçten düştü. Yanlış anlaşılmayı önlemek için belirtelim. İşgal altındaki topraklarda Filistinlilerin direnişi hiçbir zaman durmadı. Protesto gösterileri, küçük ölçekli çatışmalar, o topraklarda kesintisiz olarak var oldu. Ama yoğun ve kapsayıcı bir düzeye hiç gelemedi. Taki 1987 sonuna kadar.
1987’de FKÖ çatısı altında yeniden birleşmenin sonucu, işgal altındaki topraklarda yürütülen faaliyetler arasında eşgüdüm sağlanmasıydı ki, işin aslı bu, 1987 Aralık’ında patlayacak I. İntifada’nın nesnel ateşleyicisi olacaktı. Zaten ayaklanmanın hemen sonrasında El Fetih, FDKC ve FHKC, “İntifada Birleşik Ulusal Önderliği”ni oluşturmuşlardı. Daha sonra FKP de buna katılacaktı.
I. İntifada patladığı dönemde Mısır İhvan’ının (Müslüman Kardeşler) Filistin kolu, Hamas adıyla ayrı bir örgüt haline getirildi. Bir diğer dinci örgüt, 1970’li yıllarda kurulan İslami Cihad idi. FKÖ’ye karşı, özellikle de onun içindeki Marksist-Leninist örgütlere (FDKC, FHKC) karşı ayrı bir odak oluşması, hem hareketin bölünmesi, hem de “sosyalist tehlikenin” geriletilmesi adına bu iki örgütün önü İsrail tarafından dolaylı yollarla açıldı. Örneğin işgal altındaki topraklarda mahkeme kararı olmaksızın çeşitli siyasal önderler ülke dışına sürgüne gönderiliyordu. Bu yöntemle FKÖ bileşenleri sürekli ve yoğun baskı altında, güçten düşürülürken, bu iki örgüte göz yumuluyordu.
İntifada’nın hemen başlarında, 1988 yılında, Ürdün, Batı Şeria üzerindeki tasarrufunu FKÖ’ye bıraktı. Kasım ayında, Cezayir’de toplanan Filistin Ulusal Meclisi başkenti Doğu Kudüs olan Filistin devletini ilan etti. FHKC, İsrail’e çok taviz verildiğini belirterek Arafat yönetimini eleştirdi, ama çoğunluk kararına uyacağını söyledi. Hamas ve İslami Cihad ise bu karara karşı çıktı.
Filistin’de İslamcı örgütlerin güçlenme dönemi bu dönemdir. O güne kadar genel olarak mücadelenin içinde olmayan, silahlı mücadele ile herhangi bir bağı olmayan, dolaylı olarak İsrail ve Arap gerici devletleri tarafından önü açılan bu hareketler, özellikle FKÖ’nün burjuva önderliğinin uzlaşmacı politikalarının yarattığı düş kırıklığı ortamında, bu politikalara karşı çıkarak ve sözünü ettiğimiz devletler tarafından paraya boğularak etki alanlarını geliştirdi.
Arafat önderliğinde El Fetih, İsrail'in varlığını tanıdığını açıkladı, iki devletli çözümden yana olduğunu belirtti ve terörizmi kınadı! Oslo’ya giden yol açılmıştı. Bu yol, baş aşağı gidilen bir eğik düzlemdi. Arafat, kendisiyle birlikte FKÖ içindeki yapıları da prestij erozyonuna uğrattı.
Filistin halkı, “taş generaller”in öne çıktığı muazzam bir ayaklanmayla direnme yolunu seçerken, burjuva önderlik, bu ayaklanmayı uzlaşma masalarında sermaye yapma derdindeydi. FHKC lideri Habaş, kişisel dostluğunu da kullanarak Arafat’ı bu yoldan vazgeçirebilmek için çok uğraştı. Oslo, gerçekte, devrimin bir tas çorba bile olmayan sahte anlaşma karşılığında satılmasıydı.
O tarihten sonra El Fetih eridi gitti. Tümüyle batağa saplandı. İlan ettikleri bu yönetim, yolsuzluk, rüşvet ve çürüme ile halkın gözünde tamamen tükendi. Sonuçta Gazze seçimlerinde Oslo sürecine açıktan cephe alan Hamas yönetime geldi.
Her ulusal devrim, kaçınılmaz olarak sınıfsal ayrışmalar yaşar. “Ulusal birlik” güzel ve büyülü bir sözdür. Lakin, çeşitli sınıfların siyasal temsilcilerinin tepede oluşturacağı “siyasal birlik”, farklı ekonomik çıkarlardan kaynaklı olarak, ilk yol ayrımında dağılmaya mahkumdur. Filistin devrimi, özellikle 80’lerin ikinci yarısından itibaren bu dağılma sürecini yaşadı. Burjuva liderlik, önce devrimci hareketi alabildiğine sağa çekti. Sonra onu durdurma aşamasına geldi. Ardından da onun doğrudan karşısına geçti. Direnişin en güçlü örgütü bizzat direnişin karşısında yer alacaktı.
Bu süreç bizzat Arafat eliyle yürütüldü. Pek çok Filistinli’nin kanına giren ırkçı İsrail bakanı Zeevi’nin FHKC gerillaları tarafından cezalandırılması sonrası FHKC Genel Sekreteri Ahmed Saadat, Arafat’ın emriyle tutuklandı! Ardından Ramallah’taki cezaevinden İsrail'in zindanlarına kaçırıldı. Arafat, yardımcısı Mahmud Abbas’ın (Ebu Mazen) karıştığı zehirlenme olayıyla ortadan kaldırıldı. (Emperyalistler, İsrail ve Filistin burjuva sınıfı, Abbas şahsında en uğursuz, en işbirlikçi adamlarını bulmuş oldular. Bugün ortalığın alev alev yandığı ayaklanma günlerinde bile “durumu idare etme” derdinde olan kişidir kendisi.)
İsrail saldırıları hiç kesilmedi. Filistinliler yurtlarından sürülmeye devam etti. Irkçı Yahudi yerleşimciler adım adım Filistin topraklarına yerleştirildi. İşgal edilmiş topraklardaki Arap nüfusu, özellikle gençleri, asimile etme politikası güttü siyonist devlet. Böylece “Filistin sorunu” kökten halledilmiş olacaktı. Adım adım Kudüs de tümden ele geçirilecek, yeni nesiller İsrail çatısı altında eriyip gideceklerdi. Ama Şeyh Cerrah olaylarının tetiklediği ayaklanma hiç de öyle olmadığını gösterdi.
Bu defa ayaklanma bizzat işgal edilmiş topraklardaydı. Polisin şiddeti, ırkçı faşist Yahudi grupların vahşeti (Filistinlileri canlı canlı yakmak dahil) kar etmedi. Bu yeni bir İntifada idi.
İkinci nokta, FKÖ çatısının erozyona uğrattığı Filistinli devrimci örgütler yeniden güç topladıklarını gösterdiler. Aradan geçen zaman diliminde savaşa aktif olarak katılmaktaydılar. FHKC, İşgalcileri Yeneceğiz başlığıyla geçtiği açıklamasında “Halkımız bu saldırının karşısında bir an bile susmadı ve direniş ilkesinden hiç vazgeçmedi. Filistin’in tüm şehirleri, mülteci kampları ve köylerinde halk ayağa kalktı. Kudüs’ün Şofat mahallesinden Abudis’e kadar, Hayfa’dan Batı Şeria’ya, Nasıra’dan Gazze’ye kadar. Batı Şeria ve 48 Topraklarındaki Filistinli gençlerinin sapanları, molotofları ve taşları Gazze’deki direnişçilerin roketleriyle birleşti. Filistin halkının tamamı, ortak iradesi ve ortak geleceği etrafında bir kere daha toplandı. İşgal edilmiş toprakların her parçasındaki halkımız tek beden olduğunu, işgalcinin ve işbirlikçilerinin politikalarının bir halkın özgür olma ve onurunu koruma iradesini kıramayacağını gösterdi.” diyerek direnişi selamladı ve sekiz maddelik bir çağrı yayımladı.
Sonuçta devrim kendi küllerinden yeniden ve yeniden doğuyor. Siyonist rejim tam “her şey bitti, kazandık” derken, İntifada daha güçlü bir şekilde doğruluyor topraktan. Varlığı devrimle özdeşleşmiş bu muazzam halk, devrimin yenilmezliğinin cisimleşmiş hali olarak kavgaya atılıyor.
Son söz olarak... Bu yiğit halk ve harcı enternasyonalizmle karılmış bu devrim, en güçlü dayanışma eylemlerini hak ediyor. Sözümüzün bu kısmı, kendimize, bu toprakların sosyalist hareketine.
Türkiye ve Kürdistan sosyalist hareketi Filistin devriminin organik parçası olmuş, o topraklarda kendi canını ortaya koymuş, Filistin saflarında savaşmış bir harekettir. Her iki ülke sosyalist hareketinin sayısız savaşçısı Filistinli yoldaşlarıyla birlikte toprağa düşmüştür. Böyle bir tarihsel bağa sahip olan sosyalist hareket, Filistin halkıyla dayanışma meselesini dinci çevrelerin pragmatist ve yer yer anti-semitik eylemlerine bırakamaz. Ayaklanmanın daha ilk günü sokaklara çıkması gerekenler bu toprakların sosyalistleridir. Ve herkesten önce de bizzat Birleşik Mücadele Güçleridir.
Filistin devrimine sahip çıkmak, sosyalist hareket açısından kendi devrimci tarihine sahip çıkmaktır.