Büyük insanlık!.. Ekmeğinin peşinde yollara düşmüş. Savaşlarda, yıkımlarda ölümden kaçmış yollara düşmüş. Zulümden kaçmış yollara düşmüş. İktisadi, siyasi yıkımlardan bitap yollara düşmüş. Salkım saçak doluştuğu botlarda ölüm çemberlerinden geçerek gidiyor. Zorlu dağ yollarında tipiler arasında yol alıyor. Her yerde pusu, her yerde soygun, talan... Organ kaçakçıları, kadın tüccarları, mafyalar...
Şu yaşlı dünya büyük insanlığın elleri üzerinde yükselir. Kapitalist uygarlığın bütün debdebesini, şaşasını yaratan onlardır. Kapılarından kovuldukları binaları, gölgesiyle ezildikleri sarayları yapan onlar... Çağın beyleri, paşaları büyük insanlığın etiyle, kanıyla beslenir. Sonra da acımasızca sürerler büyük insanlığı oradan oraya. Yerinden yurdundan ederler.
Arkalarında karanlık, korku... belirsiz ufuklarda bir umut. Dikenli tellerle çevrili yasak sınırlar geçer, savaş gemileriyle çevrili sular aşar büyük insanlık. Eksile eksile, kırıla döküle. Bir küçücük bota, bir küçük tekneye sığışmış, sıkışmış... Adlar, yüzler, renkler farklı. Ama gerçekte aynı her biri. Hepsi dünya emek ordusunun neferi.
Her gün geliyorlar ardı arkası kesilmeden. Suriye, Irak, Afganistan, Pakistan, “Kara Kıta” Afrika, Güney Asya, Hint Okyanusu... Arkalarında binlerce kilometre. Her kilometresi acılarla, özlemlerle, “utançlarla”, kahırla dolu. Elde avuçta kalan son şeyleri satıp düşmüşler yola. Ve her kaçak sınırda, umutlarıyla birlikte yanlarındaki son varlıklarını da yitirerek, geliyorlar.
Gelenler bizden, bizim gibi. Yoksul, emekçi.
Türkiye “uygar Batı”nın kapısı. Geçiş hattı. O yüzden neredeyse 4 milyon mülteci var. Hemen hiçbir hak tanınmayan, kendi kaderine terk edilmiş 4 milyon insan. Çoğunun kaderi korkunç kölelik şartlarında atölyelerde, tarlalarda işçilik yapmak.
Ama buna rağmen, bütün kapitalist dünyada, göçmenler işçi ve emekçilerin düşmanıymış gibi konuşuyor burjuva siyasetçiler. Yabancı düşmanlığını, şovenizmi körükleyip toplumu zehirliyorlar. Yalan yanlış şeyler anlatıyor, kökleşmiş önyargılar oluşturuyorlar.
İşsizlik? Hep bu mülteciler/göçmenler yüzünden! Yoksulluk? Sebebi onlar. Her tür suç, sokaklarda şiddet... onlardan kaynaklanıyor. Eğitimde fırsat eşitsizliği? Elbet onlardır sebebi!
Hadi geçtik milyonların göç yollarına düşmelerinin onların kendi istekleri olmadığını. Savaştan, yıkımdan, iktisadi-siyasi çöküşlerden kaçtıklarını bir kenara bıraktık. Düşünün. Göçmenler böyle akın akın gelmezden önce de işsizlik cehenneminde değil miydik? Yine böyle aç, yoksul değil miydik?
Kim bizi işten çıkarıyor? Elimizde avucumuzdakini alan kim? Nedir ücretlerimizi belirleyen şey? “Emek pazarı” denilen şeyi yaratan ve yöneten şey, ekonomi yasaları değil midir?
İşçilerin vatanı yoktur. Tüm yeryüzüdür onların vatanı. Ve düşmanları ortak. Emek her yerde sermaye ile karşı karşıya gelir. Sermayenin de vatanı, dili, dini yoktur. Evrensel bir ilişkidir sermaye-emek karşıtlığı. Emeği, emekçileri kendi aralarında bölen, parçalayan, düşmanlaştıran sermayenin ta kendisidir. Bizi “milliyetlere”, din ve mezheplere ayıran, “yabancı düşmanlığı” ile birbirimize düşüren, sermayedir.
Aynı tezgahlarda en ağır şartlarda birlikte sömürülüyoruz göçmen işçi kardeşlerimizle. Onları ülkelerinden koparıp alan, göç yollarına süren kim? Ülkelerini bombalayan “bizim” devletimizin de yer aldığı yağmacılar topluluğu değil mi?
Ne güzel söylüyor Avrupalı işçi kardeşlerimiz: Düşman, botla değil, limuzinle gelir! Düşmanımız “kaçak sınırlarda” öle soyula yokluk içinde buralara ulaşan mülteci işçi kardeşlerimiz değil, son model arabalarıyla, özel jetleri ve yatlarıyla karşımıza çıkanlardır.
Sermaye, tüm yeryüzünü çaldı elimizden. Gölgesini satamadığı ağacı kesti. Yaktı, yıktı, biçti, tüketti bütün yerküreyi. Her ülkede on milyonları birkaç büyük kente çekti. Ardından tüm dünyadaki yüz milyonları mıknatıs gibi birkaç merkez ülkeye sürükledi. Yeryüzüne böylesine vahşi bir sınıf ve böyle tahripkar bir düzen gelmedi.
Bu düzenin ve bu sınıf egemenliğinin yıkılması artık büyük insanlığın varlık yokluk meselesi.