“Taksimetre zammı istemiyoruz. Bu, halka zulüm olur. Şu an 8 lira bile çok, ama bizi de kurtarmıyor. 500 lira ciro çekiyorum. 300’ü yakıta gidiyor. Yedek parça, akaryakıt, ev kirası her şey arttı. Yakıta zam, tarifeye zam. Bu çözüm değil.”
Her zaman böyle başlar. Hoşnutsuzluk homurtuya, homurtu sesli söylenmeye, söylenme dalga dalga yayılan isyana... Ama öyle tek düze ve sabit hızla değil. Birden bire, patlama şeklinde. Üstelik sadece bizde de değil, tüm kıtalarda, hatta bizzat emperyalist sistemin “merkez ülkelerinde”!
İngiltere’de demiryolcular grevde, Brüksel’te havalimanı güvenlik işçileri grevde, Yunanistan’da sağlıkçılar grevde... Latin Amerika kesintisiz eylemlerle sarsılıyor. Ekvador’da OHAL’e rağmen gösteriler ve çatışmalar hız kesmiyor. Kolombiya, ordunun darbe tehditlerine rağmen seçimlerde “sola çark ediyor”...
Hızla yükselen bir dalga, bir çığ, koptu geliyor.
Kapitalist ülke yöneticileri, mevcut krizi Ukrayna savaşına bağlama eğilimindeler. Kopup giden fiyatlar, enflasyon, ufukta beliren gıda krizi... onlara göre hepsi savaşın sonucu. Tıpkı iki yıl önce her şeyi pandemiye bağlamaları gibi!
Oysa her şeyden önce savaşın kendisi, emperyalist-kapitalist sistemin çöküş sürecinin bir sonucu. Bu çöküş, bütün dünyayı uzunca bir süredir korkunç bir yıkım savaşına sürüklüyor. Kuşkusuz, bir kez başladı mı, savaşın kendisi de yıkımı ve krizi derinleştiren bir rol oynuyor. Sonuçta pandemi ve savaşın tüm zincirlerinden kurtardığı kriz, bütün dünyada emekçi sınıfları harekete geçmeye zorlayan, isyan ve ayaklanmaya sürüklen temel etken haline geliyor.
Ne kriz gelip geçici, ne kapitalist hükümetlerin elinde emekçi yığınların durumlarını hafiletecek kaynaklar var. Daha doğrusu, kapitalist hükümetlerin elinde avucunda olan her şey, büyük kapitalistlere aktarılacak/peşkeş çekilecek değerlerdir. Onlar, büyük sermaye için, tekeller için var.
Emperyalist ülkelerde hükümetler, ellerindeki kaynaklarla bir süreliğine de olsa, emekçi sınıflarda büyüyen hoşnutsuzluğu dengelemek adına bazı adımlar atabildiler. Örneğin Alman hükümeti, çok hızla yükselen akaryakıt fiyatlarını bir nebze durdurabilmek için vergi indirimi dahil, çeşitli yollarla fiyatı bir parça aşağı çekebildi. Ama bu, en başta gıda fiyatları olmak üzere ne genel enflasyonu frenleyebildi, ne de emekçi kitlelerin alım gücündeki dramatik düşüşü...
Sistemin en büyük gücü ABD, bunak başkanın ağzından akaryakıt istasyonu işleten firmalara “derhal fiyat indirimi yapın” türünden boş çağrılardan başka bir şey yapamadı. Bu türden çağrılar, “devlet müdahalesine karşı olan liberal ekonomi” için ne acınası bir acizlik!
Diğer emperyalist ülkelerde de durum pek farklı değil. Tüm kapitalist dünyada emekçiler hızla yoksullaşıyor. Kuşkusuz, bu yoksullaşmanın diğer kutbunda büyük sermayenin (dev bankaların ve tekellerin) aşırı kar elde etmeleri, servetlerine servet katmaları yer alıyor. Kriz derinleştikçe toplumun bu iki kutbu arasındaki uçurum derinleşiyor.
Öte yandan sermaye sınıfının egemenlik aygıtı olarak devlet, hiç durmaksızın büyüyen bu ur, dolaylı ve dolaysız vergilerle işçi ve emekçilerin nefes almasına izin veren tüm gözenekleri bir bir kapatıyor. Sermayenin bu egemenlik aygıtı, bu “güvenlik aparatı”, ordu, polis ve bürokrasi demek olan bu devasa aygıt, emekçi sınıfların sırtında durmaksızın büyüyen bu kambur, bizim gibi ülkelerde, başlı başına fiyatların yükselmesinin asıl nedenlerinden biridir. Bunca yüksek vergi oranları varken, “verginin vergisi” artık sıradan bir uygulama haline gelmişken, tüketim mallarının ucuzlaması, hayal bile edilemez. “Hayat pahalılığı”, mevcut sistem içinde işçi ve emekçiler için bir yazgı haline gelmiş bulunuyor.
İşçiler, işsizler, kadınlar, gençler... hemen bütün çalışan kesim açısından durumun her geçen gün daha kötüye gideceği gerçeği, yaşamsal bir tehdittir. Emekçilerin dayanacak gücü kalmadı artık. Kayseri’de kontak kapatma eylemi yapan otobüs şoförünün söylediği gibi, “Bıçak kemiği de deldi geçti”. Daha ötesi yok!
Burjuva sınıfın ve temsilcilerinin bu durumda çözüm adına yapabileceği hiçbir şey yok. Onlar bu kriz, savaş ve yıkım ortasında karlarını artırmaktan başka bir şey düşünemezler. Bu sınıfın temsilcisi olarak dinci faşizm, emekçi yığınlara dönük saldırıları yoğunlaştırmaktan, baskı ve şiddeti artırmaktan başka bir şey yapamaz. Bugün tam olarak yaptığı da budur.
Oysa emekçi sınıflar açısından bu yıkımdan, bu korkunç krizden bir çıkış var. Bu çıkış, mevcut kapitalist düzenin hemen ötesinde başlıyor. Yani bu düzenin yıkılmasıyla başlayacak bir sürecin ürünüdür yıkım ve krizden kurtuluş.
İşçi sınıfı ve emekçiler, kendilerini, ancak ve ancak siyasal iktidarı, bürokratik-askeri aygıtı, faşist devleti ezecek gerçek bir halk devrimiyle kurtarabilirler. Ya devrim yoluyla kendilerini kurtaracaklar, ya da ayakta kalma mücadelesinin alenen hayatta kalma mücadelesine dönüştüğü bugünlerde insanlıktan çıkacaklar. En sıradan eylemlerde bile birer patlamaya dönen emekçi isyanları işte bunun sonucu.
Toplumun tüm emekçi sınıflarını isyan noktasına getiren yoksullaşma süreci, açlık, işsizlik ve yıkım ne bir kaderdir ne de kaçınılmazdır. Bunlar önlenebilecek ve ortadan kaldırılabilecek koşullardır. Fakat bu koşullar ne bu düzen içinde ne de burjuva hükümetlerle ortadan kaldırılabilir. Bunları sadece bu sömürü düzenini yıkacak bir toplumsal devrim, bu birleşik devrimin Geçici Devrim Hükümeti ortadan kaldırabilir.
Emekçileri ancak bir Geçici Devrim Hükümeti kurtarabilir!
Emekçi sınıfları ancak bütün tekellere, bütün sermayeye el koyacak bir Geçici Devrim Hükümeti kurtarabilir!
Emekçi sınıfların ve ezilen halkların kaderinin seçimlerle değişeceği bir yalandır.
İsyan eden taksi şöförü, yoksul emekçi bu gerçekleri bilmelidir!