Kürdistan sorununun düzen sınırları içinde, egemen sınıfın politik güçleriyle, devletle, hükümetlerle görüşerek, anlaşarak, uzlaşarak çözülmeyeceğini daha nasıl anlatsınlar! Böylesi yaşamsal sorunun ancak güce dayanarak ve güç ilişkilerine uygun biçimde çözülebileceğini ham kafalara anlatmak için daha ne yapmalı?
Hakkını yemeyelim. Başbakan kılığındaki Binali Yıldırım, ahmakların bile anlayacağı biçimde açık konuştu. “Çözüm-mözüm yok kardeşim” dedi, kendisine bu konuda soru soran gazeteciye.
“Çözüm”den kastedilen Kürdistan sorunun görüşmeler-müzakereler yoluyla çözülmesidir. Yoksa genel anlamda bir çözüm kastedilse elbette, her sorunun olduğu gibi, Kürdistan sorununun da bir çözümü var. Esasında, tekelci egemen sınıf, Kürdistan’ı ilhak ederek ve Kürt ulusunu baskı-egemenlik altına alıp “ezilen ulus” durumuna sokarak kendi çözümünü bulmuş durumda.
Toplumların yaşamsal sorunlarının sınıflar üstü bir çözümü yok, olamaz da. Her sınıfın kendi çıkarlarına uygun çözümü var. Tekelci sermaye sınıfının çözümü, Kürdistan’ın ilhakıdır; Kürdistan proletaryası ve diğer emekçi sınıflarının çözümü ise kendi kaderini tayin hakkını elde etmektir. Türkiye proletaryası ve diğer emekçi sınıfların kurtuluşu, Kürdistan proletaryasının çözümünden geçiyor.
Burada okurun dikkatini, sorunun adına çekmek istiyoruz. Sorunu, “Kürt Sorunu” olarak değil, “Kürdistan Sorunu” olarak koymamız bir dil sürçmesi sonucu değil. Sorun, egemen sınıf açısından da öncelikle bir “sınırlar” yani toprak kazanma/kaybetme sorunudur.
Dinci-faşist iktidarın başı, egemen sınıf açısından sorunun bir toprak, yani sınırlar meselesi olduğunu şu amiyane sözlerle açığa vurdu:
“780 bin kilometrekare tek vatan. Bu vatanımızı bölemeyecekler. Biz 780 bin kilometreye nereden geldik biliyor musunuz? 18 milyon kilometre kareden geldik. Ah ah, küçüldük küçüldük, olduk 780 bin kilometre.... Ama 780 bin kilometreye ameliyat yaptırmayız.''
Ham kafaların, burjuva sınıfa gırtlağına kadar güven duygusuyla dolu küçük burjuva akımların, aydınların, politik güçlerin... faşist devletin ve egemen sınıfın, bugüne kadar gelmiş geçmiş tüm burjuva gerici/faşist iktidarların soruna bakışını anlamaları için daha ne söylenmesi lazım!
Gerçekte hiç olmamış, ama Kürt halkını aldatmak için varmış gibi gösterilen “Dolmabahçe Mutabakatı”nın bir tekmeyle devrilmesinin nedeni ve anlamı, ancak bu temelde anlaşılabilir. Devlet açısından sorun şuydu: Özellilkle 90’lı yılların ekonomik ve politik krizi, devrimci kitle hareketi vb. vb. yani devrimci durum ve iç savaş faşist devleti yıpratmış, güçten düşürmüş, kurumlarını, kadrolarını dağıtmış, çürütmüş, işlevini yerine getiremez hale getirmişti.
Devletin, o dönemler Leninist Parti'nin sürekli işaret ettiği gibi, toparlanmak, güçlerini dinlendirmek, saflarını yeniden düzenlemek, daha kapsamlı bir hazırlık yapabilmek vb için zamana ihtiyacı vardı. Faşist devletin zamana olan ihtiyacı kasasındaki dolara olan ihtiyacından çok daha fazlaydı. Çünkü, ortada bir varolma-yokolma savaşı vardı. ABD Savunma Bakanı’nın şimdilerde itiraf ettiği gibi, “Türkiye, sınırları içinde silahlı ayaklanmanın devam ettiği tek NATO ülkesi”ydi.
İkibinli yılların ortalarında Kürdistan’nın pek çok yerine ayak basamayacak hale gelmiş, hakimiyetini yitirmiş faşist devlet, adına “Çözüm Süreci” dediği şeyle tekrar Kürdistan topraklarının her köşesine girme olanağı buldu. Dinci faşist parti, Barzanilerin de eşsiz desteğiyle Kürt aşiretler arasından toplumsal destek devşirdi. Buna, bir kısmı şimdi HDP’de faaliyet gösteren “yetmez ama evet”çilerin, “akil adamlar”ın çabalarını da eklemeliyiz. Bunların hepsi dinci-faşist partiye çalıştılar.
Sonuçta faşist devlet, Kürdistan topraklarına girmekle kalmadı, belki de bundan daha önemlisi, kanlı bir savaş için hazırlık yapacak altın değerinde zamanı da buldu. Kürt halkı “çözüm süreci” denen şeyle oyalanır, beklentiye sokulur ve rehavete itilirken faşist devlet, “çökertme planları” yapıyor, kalekollar inşa ediyor, yollar açıyor, Barzanigiller sayesinde aşiretlerden kitle devşiriyor, saflarını düzenliyor, güçlerini sağlamlaştırıyordu.
Sonrası biliniyor. Faşist devlet, kendince “artık zamanı” dediği “çökertme planı”nı devreye soktu. “Hendek Savaşları” adı verilen şehir savaşları gerçekte böyle başladı. Bujuvaziye güven duygusuyla dolu kuru birer bağırsaktan ibaret olan bilimum küçük burjuvalar, bunda bile Kürdistan devrimcilerini suçlamaya kalktılar. “Eğer hendekler olmasaydı faşist devlet de bu katliamları yapmayacaktı.” Bu sığ kafalıların bütün muhakeme gücü işte bundan ibaretti. Oysa, faşist devlet, böyle bir savaşın kararını çoktan vermişti.
Şehir savaşlarından Cerablus-El Bab’ın işgaline, oradan Efrin işgaline ve onu izleyecek her hamleye kadar bir kara şerit gibi sürüp giden politika faşist devletin, Erdoğan’ın ağzından dile getirilen, tarihsel korku ve özleminin sonucudur. Korku, yediyüz seksen bin kilometre kareden de daha geriye gitmek; özlem, on sekiz milyon kilometrekare toprağın, tümünü olmasa bile, büyük bölümünü tekrar ele geçirmek.
Zafer kazanıp özlemlerini mi gerçekleştirebilecekler? Aksine tekelci sermaye egemenliğini ve faşist devleti büyük bir bozgun bekliyor. Birleşik devrim mutlaka zafere ulaşacaktır. Ama halen “çözüm” vb şeylerle Kürt halkını beklentiye sokanlara şunu anlatmak istiyoruz: Uzlaşmaz çıkarlara dayalı sınıflara bölünmüş toplumlarda yaşamsal sorunlar sadece zora dayalı, güç ilişkilerine uygun biçimde çözülür. Kürdistan sorunu bir devrim sorunudur.
Binali “çözüm mözüm yok” derken esasında, farkında olmadan, bunu anlatmış oluyor. Anlamanız için daha ne gerekiyor!