ABD’li rahip Brunson’un casusluk iddiasıyla tutuklanması ABD ile “kriz”e neden oldu. Hikaye biliniyor: Erdoğan’la Trump Brunson’un İsrail’de tutuklu bir kadınla takası konusunda anlaşmış; İsrail, Trump’un telefonu üzerine kadını bırakıp Türkiye’ye postalamıştı ama Erdoğan tarafı Brunson’u tahliye edip ABD’ye göndermek yerine “ev hapsine” tabii tutmuştu.
ABD yönetimi “tufaya” getirilmiş olmanın öfkesiyle, küplere bindi. Türkiye’nin Adalet ve İçişleri Bakanına maddi yönden kıymet-i harbiyesi olmayan yaptırım karar aldı: iki Bakan’ın ABD’de olmayan mal varlıklarını dondurdu.
Şoven duygularla yüklü oldukları halde sosyalist/komünist geçinen sazanlar, yani sosyal reformistler ve küçük burjuva sosyalistler bu yeme çok çabuk atladılar. ABD’nin yaptırımlarını “kabul edilemez” ilan ettiler ve doğrudan olmasa bile dolaylı yoldan dinci-faşist iktidara omuz vermeyi anti-emperyalizmle süslenmiş bir vatanseverlik görevi saydılar. Böylece, işe yaramaz bir olay için, gerçek sosyal şoven yüzleriyle ortaya çıktılar.
Bu sosyal şoven ve uzlaşmacı işbirlikçiler, anti-emperyalizm adına, emperyalistlerle işbirlikçi tekelci sermaye sınıfı ve onun iktidarları arasında çıkan her sorunu, “kendi” burjuvalarına sadakati gösterip kanıtlamanın fırsatı olarak değerlendiriyorlar. Oysa bir sosyalistin, bir komünistin izlemesi gereken politika, emperyalistlerle işbirlikçileri arasındaki her çatlaktan, her çelişkiden bir devrim için yararlanmak olmalıdır.
Bu tiplerden, örneğin EMEP, sanki onaylarını soran ya da bekleyen varmış gibi, “ABD’nin yaptırım kararları kabul edilemez... ABD yaptırımlarını derhal durdurmalı” diye ilan etti. Oysa ne bu konudaki fikrini soran vardı, ne de sözüne kulak asan.. Şu “kabul edilemez” klişesi, sosyal reformistlerin, küçük burjuva sosyalistlerin, liberal geçinen ahmakların fikir yoksunluğunu, acınası kafa boşluğunu örtmek için kullanılan transparan bir şaldır. Dikkatli bir okur, şalın altındaki fikir yoksunluğunu rahatça görebilir.
Sosyal reformistlerin bu tipik örneği, yukardaki sözlerinin arkasından, dinci faşist iktidara verdiği destek dikkatlerden kaçsın diye, “Erdoğan ve hükümeti içeride ve dışarıda yayılmacı, savaş kışkırtıcısı politikalara son vermelidir” sözleriyle bize cambazı işaret ediyor. Ne zavallı bir çaba..
Dinci-faşist iktidarla ABD yönetimi arasında bir sorun yaşandığı bir gerçektir. Ama bu sorun hiç de gösterilmek istendiği gibi, dinci-faşist iktidarın ve onun arkasındaki güçlerin emperyalizmle gerçek bir çatışma yaşadıkları anlamına gelmiyor. Hele de anti-emperyalizmle uzaktan yakından alakası yok. Bu, olsa olsa, iki müttefik devlet arasında zaman zaman yaşanabilen ama “emperyalist efendi-bağımlı ülke” ilişkisini hiç bir biçimde ortadan kaldırmayan içerikte bir sorundur.
Nitekim, ilişkiler koptu kopacak noktasında görünürken, ABD Ankara Büyükelçisi, “ABD Türkiye’nin sağlam bir dostu ve müttefiki olmayı sürdürmektedir” diyerek, yaşanan sorundan olmadık sonuçlar çıkarmaya çalışanları açıkta bıraktı. Aynı günlerde, NATO Müttefik Kara Kuvvetleri Komutanlığı görevini devralan C. Thomson adlı bir general, “Türkiye ile Amerika arasındaki askeri ilişkiler çok güçlü” sözleriyle aynı yönde bir mesaj verdi.
Yaşamsal düzeydeki tüm konularda, olaylar ve olgular bu açıklamaları doğruluyor. Örneğin, dinci-faşist iktidarla didişip duran ABD, Menbiç gibi yaşamsal bir konuda, tereddütsüz biçimde Türkiye ile birlikte hareket etmeye başladı. Aynı şekilde, tekelci sermaye egemenliğinin geleceği sözkonusu olduğunda, örneğin seçimlerde ABD, dinci-faşist iktidarı ve onun başını tereddütsüz destekledi.
ABD’nin bu adımlarını, dinci-faşist iktidar karşılıksız bırakmadı ve örneğin, “dostum Putin” laflarına rağmen, Kırım-Ukrayna sözkonusu olduğunda ABD en kararlı desteği Türkiye’den aldı, almaya da devam ediyor. Örnekler çoğaltılabilir, ama bu kadar yeter kanısındayız. Buradan şu sonuç çıkar ki, emperyalizme bağımlı bir ülke, yaşamsal olmayan konularda, emperyalizme bağımlılık sınırları içinde kısmen serbest hareket etme olanağı elde etse bile, emperyalist ülke, gerekli gördüğü anda, sözkonusu bağımlı ülkeyi istediği çizgiye getirecek güç ve olanaklara sahiptir.
Bunun yol ve yöntemleri oldukça çeşitlidir. Bu anlamda ABD’nin tanık olduğumuz son hamleleri, uyarı amaçlı, Türkiye’nin ayak diplerine sıkılan iki keskin nişancı atışı olarak kabul edilebilir. Hepsi bu. Türkiye, bu uyarıyı aldı ve alelacele, bir heyet oluşturarak ABD’ye gönderdi. Damat Albayrak’ın, Cumhurbaşkanlığı sözcüsü Kalın’ın alttan alan açıklamaları, ABD açısından amacın hasıl olduğunu göstermeye yeter. Son bir iki hafta içinde olup bitenler, emperyalist bir ülkenin bağımlı bir ülkeye boyun eğdirme biçimlerinin tipik örneği oldu.
Salt anti-emperyalist, “bağımsızlıkçı” bir mücadele, Türkiye için, bir daha dirilmemek üzere tarihe gömülmüştür.
Emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi, kapitalizme karşı devrim mücadelesinin bir parçası haline gelmiş durumda. Böyle bir mücadele burjuvazinin görevi değil, hele de dinci-faşist iktidarın ve onun başının hiç değil.
Bu görev devrimci proletaryanın omuzlarındadır artık.