Tek başına ele alındığında Fazıl Say ya da konserinin sınıflar savaşı açısından ne önemi var? Elbette hiç bir önemi yok. Ama, dinci faşist iktidarın kadroları Fazıl Say’ın konserine giderek bir mesaj vermeye çalışıyorlarsa, o zaman, durum değişir. O zaman verilmek istenen mesajın içeriği konserine gidilen sanatçının siyasal duruşu önem kazanır.
Verilmek istenen mesajın içeriğini, “Bahçeli’den al haberi” misali, bu kana susamış adamın sözlerinden anlıyoruz. Şöyle diyor Bahçeli:
“Sayın Cumhurbaşkanı’nın Fazıl Say’ı Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ne davet etmesini de anlamlı buldum. Sanatın siyasetteki sertlikleri yumuşatacağı, hoşgörü ve muhabbet bağlarını güçlendireceği kanaatindeyim.”
Sözler yorum gerektirmeyecek açıklıkta. Daha bir ay öncesinde dinci faşist iktidara karşı olan güçleri;
“Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni berhava etmeyi amaçlıyorlarsa, 12 Eylül öncesi şartları bu mankurtlara ikazla hatırlatmayı tarihi bir görev addederim. Fransa’yı baştan ayağa saran ve diğer Avrupa ülkelerine sıçrayan sarı yelek terörüne özenen varsa, bunun bedelini çok ağır ödeyeceklerini de şimdiden ifade etmek isterim. Sarı yelek giyen çıplak yatmayı göze almalıdır. Bu işin şakası yoktur. Mesele beka meselesidir. Mesele Türkiye meselesidir” sözleriyle tehdit eden konuşma özürlüsü bu adam, bugün “siyasette yumuşama, hoşgörü ve muhabbet bağlarını” güçlendirme arayışı içine girmiş bulunuyor.
Bu, tekelci sermaye sınıfının, faşist devletin ve dinci faşist iktidarın politikasında “yeni” bir durumdur. Bu “yeni” yönelimi gösteren başka ipuçları da var. Oldukça uzun bir süreden sonra, Öcalan’ın kardeşiyle görüştürülmesi, Leyla Güven’in tahliye edilmesi, -bu iki gelişmede ileri aşamaya varan açlık grevlerinin önemli bir etkisi olduğunu unutmadan söylüyoruz-, “Genel Af” hazırlıkları hakkında sızdırılan bilgiler, dün “bu sözlerinin hesabını vereceksin” diye tehdit edilen sanatçı Müjdat Gezen hakkındaki adli kontrol kararının kaldırılması bu ipuçlarından bazılarıdır.
Öyleyse şu tespiti rahatlıkla yapabiliriz: Dinci faşist iktidar, başarıp başaramayacağından bağımsız olarak “toplumsal uzlaşma”, “toplumsal barış” arayışı içine girmiştir.
Neden? Güçlü olduğu ve inisiyatifi ele geçirdiği için mi? Kesinlikle değil. Aksine, dinci faşist iktidar, bütün maiyetiyle, tekelci sermaye sınıfıyla, devletiyle hepsi büyük bir korku girdabına girmişler.
Tekelci sermaye sınıfının üyeleri, büyük burjuvalar, üst orta sınıflar “sürüler halinde” Türkiye’yi terk ediyorlar. “Bunlar gecekondulardan gelip boğazımızı kesecekler” diyen dedeleri Sakıp Sabancı’nın torunları, Ülker, Şahenk ve adları pek duyulmayan daha pek çok dolar milyarderi ailenin fertleri, önce paralarını kaçırdılar, şimdi de kendileri kaçıyor.
Bu kaçış, devrimden duyulan korkunun sonucudur. Sadece tekelci sermaye sınıfı değil, onunla birlikte faşist devlet, dinci faşist iktidar ve emperyalistler Türkiye’de bir toplumsal devrimin zaferinden korkuyorlar.
Dinci faşist iktidar, emrindeki tüm zor araçlarını devreye sokmasına, sınırsız bir terör, baskı, katliam politikası izlemesine rağmen devrimin toplumsal güçlerini; Kürt halkını, işçi sınıfını, emekçi kitleleri, ezilen ulusal topluluklarını sindiremedi, ezemedi, susturamadı. Aksine, birleşik devrimin bu toplumsal güçleri, özgürlük istemlerinin, yaşamsal sorunlarının her bastırılma girişimi karşısında daha güçlü, daha kararlı bir mücadele içine girdiler.
Bunun nedeni basit ve anlaşılabilir: Faşist terör ve baskı, kitlelerin özgürlük, daha iyi bir yaşam, yaşamsal sorunlarının kesin ve nihai çözümü istemlerini ortadan kaldırmaz. Aksine, bu istemlerin her zorla bastırılma girişimi, karşılanması engellenmiş bu istemlerin bir süre sonra kendilerini çok daha güçlü ve yıkıcı biçimde ortaya koymalarına yol açar.
Birleşik devrim, bir doğa yasası katılığında kendini ortaya koyan bu toplumsal gelişme yasasından güç alıyor. Grevleri yasaklanan işçiler, daha öfkeli ve kararlı biçimde mücadele sahnesine çıkıyorlar. Çocukları, kadınları, evlatları katledilen, özgürlüğü elinden alınmış Kürt halkı o kesin ve sonal hesaplaşma günü için “ölü taklidi” yaparak hazırlığını yapıyor. İşten atılan, çocukları ve aileleriyle birlikte açlığa mahkum edilen emekçiler büyük ve tarifsiz bir öfkeyle, zindana tıkılan yüzbinlerce insan, aileleri ve yakınlarıyla birlikte diş gıcırdatarak bekliyorlar. Zindanla, hatta ölümle tehdit edilen sanatçılar, “korkmuyoruz” diye haykırıyor, “ben değil onlar kaçacak” diye meydan okuyorlar.
Birleşik devrimin bu toplumsal güçleri, kendilerini kesin kurtuluşa götürecek net, kararlı, iddialı politikalar istiyorlar. Aslında farkında olmasalar da, nüfusun bu ezici kesiminin istediği bir devrimdir.
Dinci faşist iktidarın ve onun başının “uzlaşma” arayışı, onun zayıflığının, duruma egemen olamadığının, korktuğunun en büyük kanıtıdır. Sömürücülerin, dinci faşist iktidarın, onun başının, faşist devletin bir devrimden bu kadar korktuğu bir dönemde emekçi sınıflara, gençliğe, ezilen halklara ve örgütlü devrimci güçlere gereken şey, cesaret, kararlılık, devrimci hedeflerde netlik, atılganlıktır.
Bütün sorun burada düğümleniyor. Bu yüzden, ezilen halkların ve emekçi sınıfların devrimci hedeflerini bulanıklaştıran, cesaret ve kararlılığını yumuşatan, iddiasızlaştıran hiç bir girişim ve politikaya izin verilmemeli; bu tip girişimler anında teşhir edilmelidir.
Bu görev en başta Leninistlerin omuzlarındadır. Görevin zor olduğundan kuşku yok. Ama aynı koşullar, bu görevlerin başarılması durumunda Leninistlerin önüne, tarihi bir fırsat da koyacaktır.
Bu tarihi fırsatı kaçırmamak için, iddiamızdan en ufak bir taviz vermeden, cesaret ve kararlılıkla ileri atılalım.