Kürt halkının UKH öncülüğünde Abdullah Öcalan’a uygulanan tecrit politikasının son bulması için başlattığı eylemler ve açlık grevleri zindanlar sorununu tekrar öne çıkardı.
Leyla Güven’in başlattığı açlık grevi eylemi, Nasır Yağız ve yüzlerce Kürt yurtseverin katılımıyla dalga dalga yayıldı. Açlık grevi eylemleri, özellikle Avrupa’da uzun yürüyüşler, mitingler ve daha başka eylem biçimleriyle desteklenince etkisini iyice göstermeye başladı.
Öncelikle şu noktanın altını çizmek gerek: Faşist Türk devletinin ve dinci faşist iktidarın Abdullah Öcalan’a karşı 20 yıldır uyguladığı tecrit ve imha politikası özünde Kürt halkının imhasını amaçlıyor. Faşist devlet, bir halkı kölelik altında tutmanın ve giderek imha etmenin en etkili yolunun o halkın önderlerini yok etmekten geçtiğini biliyor.
Bu yüzden inkar, imha, yok etme faşist devletin ve tüm faşist iktidarların değişmez politikası olagelmiştir. Erdoğan ve faşist iktidarı bu imha politikasını faşist Ecevit-Bahçeli hükümetinden devralmıştı. Onlar da kendilerinden önceki faşist iktidarlardan. 90’lı yıllar faşist iktidarların zindan katliamlarıyla geçti. Devrimci tutsakları tecrit etmek ve ardından teslim almak için, katliamlara başvurmak dahil başvurmadıkları yol, denemedikleri yöntem kalmadı. Öncesi bir yana, 12 Mart faşizmi ve ardından 12 Eylül 1980 faşizminden bu yana, yani yaklaşık elli yıldır tüm hükümetlerin ve faşist devletin değişmeyen politikasıdır bu.
Abdullah Öcalan’a başta olmak üzere, Kürdistan ve Türkiye halklarının devrimci kadrolarına bugün uygulanan insanlık dışı tecrit ve katliam politikası, faşist devletin tüm iktidarlarının bu ortak politikasının devamı ve sonucudur.
Faşist devlet, emekçi sınıfların ve ezilen halkların tutsak ettiği devrimci önderlerini her zaman bir rehine olarak görmüş ve böyle davranmıştır. Her başı sıkıştığında zindanlara saldırması, idamı gündeme getirmesi, tecridi ağırlaştırması bu rehine politikasının sonucudur.
Kürdistan ve Türkiye halkları üzerindeki baskı ve zulüm politikasının bir ayağı asker ve polis ise, diğer ayağı da mahkemeler ve zindanlardır. Ordu-polis-mahkemeler ve zindanlar faşist devletin ve tüm faşist iktidarların esas ve başlıca dayanağıdır. Bunlar olmadan faşist iktidarlar bir hiç’tir.
Bu yüzden bugüne kadarki tüm burjuva gerici/faşist iktidarların ilk işi her zaman polisi, orduyu personel, silah, araç vb. yönlerden güçlendirmek; yeni zindanlar inşa etmek, hakim ve savcıları dokunulmaz kılacak yasalar çıkarmak ve paraya boğmak olmuştur. Aralarındaki tüm ayrılık ya da farklılıklara rağmen tüm gerici/faşist iktidarların ortak ilkesi “Polisin-askerin elini soğutmamak” olagelmiştir. Çünkü burjuva egemenliğin temel direklerinden ikisi işte bu iki aygıttır.
Bu iki aygıtın işlevini tamamlayan diğer önemli iki aygıt, mahkemeler ve zindanlardır. Polis-asker-zindan zinciri olmadan mahkemeler de bir hiç’tir. Dolayısıyla, burjuva toplumda yasaların ruhu mülkiyet ise, onlara kan ve can katan temel araçlar da sözünü ettiğimiz üç halkalı zincirdir. Bu üç halkadan polis ve asker birbirlerinin yerini tutsa da hiç biri zindanların yerini tutamaz.
Abdullah Öcalan ve iki ülkenin tüm devrimci tutsaklarına katliam ve insanlık dışı tecrit politikası uygulanmasında zindanların bir halkın imhasında ve genel olarak emekle sermaye sınıfı arasındaki sınıf savaşında nasıl bir rol oynadığını bir kez daha görmüş oluyoruz. Zindanlar burjuva sınıf egemenliğinin, ezilen halklar ve emekçi sınıflar üzerindeki baskı aracı olarak devlet aygıtının temel direklerinden biridir. Nasıl ki, ordu ve polis olmadan devlet olmaz ise, bu temel direk olmadan da devlet olmaz.
Buna karşılık, zindanlarda işkence, zulüm, baskı, yok etme, katliamlar olduğu kadar bunlara karşı Kürdistan ve Türkiye devrimcilerinin şanlı zindan direnişleri de var. Zindanlarda faşist devlete teslim olmama, boyun eğmeme Türkiye ve Kürdistan devrimcilerinin artık geleneksel çizgisi haline gelmiştir.
Bu direniş ve savaş ateşi, 12 Eylül faşizmi koşullarında bedenlerini ateşe atan Mazlum Doğan’lardan 96’ Ölüm oruçlarına, oradan 19 Aralık Zindan savaşlarına kadar büyük bedeller ödenerek canlı tutuldu. Zindanlardaki devrim ateşini söndürmek için çare olarak baktıkları F Tipi zindanlar da bu devrim ateşini söndüremedi. Ölüm oruçları, açlık grevleri, çeşitli biçimlerdeki direnişler bu güne kadar kararlılıkla sürdü. Bugün ise, bedenini tecride karşı ölüme yatırmış olan Leyla Güven, Nasır Yağız ve yoldaşlarının eylemleriyle devrim ateşi gürleşerek yanıyor.
Türkiye ve Kürdistan zindanlar tarihi -ve aslında tüm devrimler tarihi- burjuva egemenliğin yıkılması ve halkların özgürleşmesi, emekle sermaye arasındaki savaşın kazanılması için bir halk ayaklanmasının ilk hedefinin zindanlar olması gerektiğini defalarca kanıtlamıştır. Halkların ve emekçi sınıfların tam ve kesin kurtuluşuna açılan ilk kapı politik iktidarın fethi ise, politik iktidarın fethine giden ilk adım da zindanların yıkılması, tutsakların özgürleştirilmesi olacaktır. Tarihteki neredeyse tüm büyük devrimlerin halkların, yoksulların zindanlara saldırmasıyla başlamış olması bir rastlantı değil, ama zindanların sınıf egemenliğinde oynadıkları bu özel rol nedeniyledir.
Leyla Güven ve yoldaşlarının başlattıkları eylem bu hedefe yürümek için gerekli koşulları olgunlaştırıyor. Bu yüzden Türkiye ve Kürdistan halkları, emekçi sınıfları, UKH ve tüm devrimci güçler başlayan eylem dalgasının hedefini “tecridin kırılması” gibi dar bir hedefle sınırlandırmak yerine, zindanların yıkılması ve tutsakların özgürleştirilmesi biçimine dönüştürmeliler.
Zindanların yıkılması ve devrimci tutsakların özgürleştirilmesi iki ülkenin halklarının özgürlüğüne giden yolu sonuna kadar açacaktır. Çünkü nasıl ki bir halk zindanları yıkıp tutsakları özgürleştirmeden özgür olamaz ise, zindanları yıkıp tutsaklarını özgürleştiren bir halk da artık baskı, sömürü ve kölelik koşullarında tutulamaz.
Ortadoğu ve Avrupa’ya, hatta dünyanın pek çok yerine yayılan bu eylem dalgası, zindanların duvarlarını çatlatıyor, faşist devletin ve dinci faşist iktidarın dayanaklarını zayıflatıp güçten düşürüyor.
Onun için bir kez daha “Zindanlar Yıkılsın Tutsaklara Özgürlük” diye haykırmanın zamanı