Türkiye savaşta! Herkesin malumu olan bu durum resmen ilan edilmediği için, düne kadar bir yorum/tahmin konusuydu. RTE’nin “artık savaştayız diyebilirim” açıklamasından sonra kesin, somut, resmi bir hal aldı. Türkiye hem Suriye’de hem de Libya’da savaşta! Gelen ölüm haberleri savaşın şiddeti konusunda fikir verir nitelikte.
Artık mesele Türkiye’nin savaşta olup olmadığını tartışmak değil, savaşın kaçınılmaz sonuçlarının yaratacağı durum karşısında işçi sınıfının öncü devrimci işçilerinin nasıl bir politika izlemeleri gerektiğidir.
Savaşın kaçınılmaz sonuçları üzerinde de fazla durmaya gerek yok. Çünkü bu sonuçlar hem yaklaşık olarak biliniyor, hem de işçi sınıfı ve emekçi halklar, Kürt halkı bu sonuçların etkilerini kendi yaşamlarında her gün yaşıyorlar. Ayrıca, liberallerden tutalım da küçük burjuva politik akımların tümüne kadar, hemen herkes ve hemen hergün bu sonuçları sıralayıp duruyorlar.
Çok kısa bir özet yapmak gerekirse, savaş, işçi ve diğer emekçi sınıflar için daha çok vergi, daha çok zam, daha çok açlık, sefalet ve en önemlisi, savaş demek cepheden dönen cenaze demektir; yani kan, acı ve gözyaşıdır. Bu olgular şimdiden günlük yaşamda tüm etkilerini göstermeye başladılar bile. Dinci faşist iktidar cepheden dönen cenazeleri artık gizlice gömmeye başlamış. Korku büyük!
Türkiye’de tekelci sermaye egemenliği, dinci faşist iktidar ve faşist devlet bir kırılma noktasının eşiğinde. Bu noktayı içselleştirerek anlayıp kavramak; atılacak adımları bu gerçeğe göre belirlemek yaşamsal önemde.
Bu bakımdan devrimci öncü işçiler açısından öncelikli sorun, Türkiye’nin, tekelci sermaye egemenliğinin tarihsel bir dönüm noktasından, varlık-yokluk sürecinden geçtiğini bilince çıkarmaktır. Başka bir ifadeyle, savaş, özellikle de savaştaki bir yenilgi, halıhazırda varolan devrimci durumu, ekonomik ve politik krizi daha da ağırlaştıracak ve toplumsal devrim için gerekli koşulları son derece olgunlaştıracaktır.
Proletaryanın, tarihsel görevini gerçekleştirme koşulları güncel olarak ortaya çıkmıştır. Bu görev sermaye egemenliğini bir devrimle yıkarak sosyalizme/komünizme geçişin yolunu açmaktır. Ekonomik-politik kriz üzerine gelen savaş bu konuda hızlandırıcı bir işlev görecek. İlk işaretler ortaya çıkmaya başladı. Dinci faşist iktidarın emekçi sınıflara, Kürt halkına vaat edebildiği tek şey “şehitler tepesinin boş kalmaması”dır. Yani kan, ölüm ve gözyaşı.
Bu ortamda sınıf bilinçli devrimci önce işçiler ne yapmalı?
Küçük burjuva politik akımlar, işçi sınıfının ve öncü işçilerin dikkatlerini sonu gelmez teorik tartışmalara, savaş üzerine bitmez-tükenmez tahminlere, oyalayıcı konulara çekmek için harıl harıl çalışıyorlar. Oysa, tam da şimdi, bu koşullarda devrimci öncü işçilerin pratik amaca uygun düşünmeye ve yol belirlemeye ihtiyaçları var.
Sermaye sınıfı egemenliğini ve faşist devleti yıkacak bir devrim artık günceldir. Pratik amaç budur. Devrimin güncel olduğu tarihsel bir dönemde devrimi zafere taşımak dışında bir pratik görevi işçi sınıfının önüne koymak devrime ihanettir. Küçük burjuva politik akımlar işçi sınıfının ve onun devrimci öncülerini böyle bir tuzağa düşürmeye çalışıyorlar.
Devrimci öncü işçilerin şimdi tüm dikkat ve çabalarını yoğunlaştıracakları başlıca mesele, yaklaşmakta olan halk ayaklanmasını zafere taşımak; ekonomik-politik krizin ve savaşın ortaya çıkardığı koşullardan sermaye sınıfı egemenliğini ve faşist devleti yıkmak için yararlanmaktır. Ayaklanma artık pratik/güncel bir sorundur. İşsizlik intiharları, yoksulluk intiharları, bireysel olsun, kitlesel olsun her isyan, her haykırış bir halk ayaklanmasının habercisidir. Toplum vicdanı, yoksulluk intiharlarını, işsizlik intiharlarını, kendini yakma eylemlerini kaldıramayacak noktaya gelmiştir. Toplumun, emekçi sınıfların, ezilen halkların, Kürt halkının vicdanı kanıyor. Vicdanı kanıyan, ruhunun derinliklerinde fırtınalar esen bir halk ayaklanmaya çok yatkın ve çok yakındır. Tüm küçük burjuva politik akımların anmak, akıllarına getirmek, dile getirmek istemedikleri gerçek toplumsal olgu budur.
Irak, Lübnan, Cezayir ve daha pek çok ülkede süren ayaklanmalar Türkiye ve Kürdistan’da yaklaşan ayaklanmanın koşullarını etkiliyor, süreci hızlandırıyor, halklara ayaklanma esnasında nasıl davranmak gerektiği konusunda örnekler veriyor. Bir yıldan fazla bir zamandır süren Cezayir halk ayaklanması, eski Cumhurbaşkanı’nın görevi bırakmasına rağmen bitmedi. Lübnan ayaklanmacıları da eski başbakanın istifasına rağmen geri çekilmediler. Irak, her iki ayaklanmadan çok daha şiddetli biçimde sürüyor. Bu ayaklanmaların eksik ve zayıf noktaları bir yana; hepsinin de hedefinde iktidar var.
Haziran Halk Ayaklanması da önemli dersler barındıran bir deneyimdir. Görüldü ki, Haziran Halk Ayaklanmasının en zayıf noktası, iktidarı ele geçirmeyi aklının ucundan bile geçirmeyen “Taksim Dayanışması” denen topluluğun etkisi altına girmiş olmasıydı. “Taksim Dayanışması” denen topluluk, bir ayaklanmanın önderliğinin nasıl olmaması gerektiğinin dörtbaşı mamur bir örneğidir.
Burada amaç Haziran Halk Ayaklanmasını ve “Taksim Dayanışması”nı tartışmak değil elbette. Fakat devrimci öncü işçiler geleceğe geçmişten ders çıkararak hazırlanmalılar. Her ayaklanma, gidebileceği en ileri hedefine gidebilmek için kararlı, tutarlı, uzlaşmayı değil, tam ve kesin amaca ulaşmayı hedeflemiş, ayaklanmanın tüm sonuçlarına katlanmaya hazır yürekli bir otoriteye ihtiyaç duyar. Böyle bir otorite ancak sınıf bilinçli devrimci öncü işçilerden oluşan ya da devrimci öncü işçilerin ağırlıkta olduğu bir “merkez”, bir komite ya da konsey olabilir ancak.
Burada temel sorun, sınıf bilinçli devrimci öncü işçilerin bu meseleleri zaman geçirmeden, şimdiden gündemlerine almaları ve çözüm üzerine yoğunlaşmalarıdır.
Günün acil görevi budur!