Türkiye ve Kürdistan devrim toprağıdır. İki ülkenin bir devrime gebe olduğu, sosyal reformistler ve küçük burjuva uzlaşmacılar dışında tüm sol/devrimci politik güçler tarafından kabul edilmektedir artık.
Sosyal reformistlerin ve burjuvaziyle uzlaşma umudunu terk etmeyen küçük burjuva politik güçlerin bu somut olguyu kabul etmemelerinin pek bir önemi kalmadı. Çünkü yaşamın kendisi, sınıf savaşının akışı onların tüm politik çabalarını an be an boşa çıkarıyor.
Uzatmadan, örnek olsun diye söyleyelim: Meral Akşener gibi bir faşiste; Ahmet Davutoğlu gibi eli kanlı birine, hatta RTE’ye dolaylı yollardan uzatılan barış çubuğu, emekçi sınıflarda, Kürt halkı nezdinde sadece bu harekette bulunanların teşhirine ve varsa itibarları, kalan itibarlarının da yitmesine neden olur. Emekçi sınıflar, ezilen halklar, yoksul Kürt halkı sağlam karakterlidir.
Sosyal reformistlere gelince... Onlar, küçük burjuva uzlaşmacılardan daha az beter durumda değiller. Devrimci durum ve iç savaş tek umutları olan parlamento ve seçimlerin üzerine her gün yeni bir tüy dikiyor, her gün bu iki kurumun tabutuna bir çivi daha çakıyor.
Birleşik devrim, işçi sınıfının, emekçilerin, ezilen halkların tek umudu olarak her gün daha güçlü biçimde ortaya çıkıyor.
Bu devrimci koşullarda, düzenle uzlaşarak ona hayat öpücüğü vermeye çalışan sosyal reformist parti ve örgütlerin, küçük burjuva uzlaşmacıların, “sosyalist” liberallerin teşhiri ve kitlelerden tecridi elbette önemlidir. Bunlara karşı başarılı mücadele verilmeden muzaffer bir devrime ulaşmak olanaksızdır. Bunlara karşı mücadele birleşik devrim mücadelesinden ayrı düşünülemez.
Ancak şimdilik konumuz bunlar değil. Sorunumuz, bu devrimci koşullarda, birleşik devrim güçlerinin ortaya çıkacak bir ayaklanmaya; genel ifadeyle söylersek, birleşik devrime önderlik etme durumuna nasıl gelecekleridir. Temel sorun budur, çünkü devrimin zaferi buna bağlıdır.
Önce şunun altını çizelim: Son dönemde birleşik devrim güçleri, emekçi sınıfların, Kürt halkının gözünde ve bilincinde zaferi elde etmeyi göze almış bir odak olarak belirmeye başlamıştır. Bu son derece önemlidir, zira iki ülkenin birleşik devrimin en önemli eksikliklerinden biri budur. Bu eksikliğin tamamen giderilmiş olduğunu henüz söyleyemeyiz. Ancak bu yola girilmiştir ve arkası gelecektir.
Yine de yapılması, yerine getirilmesi gereken; yapılmadıklarında ve yerine getirilmediklerinde tüm çabaların boşa gideceği görevler ve sorumluluklar var.
Bunların başında, “faşizm”e ilişkin düşünce açıklığı ve faşizmin yıkılmasından sonra nasıl bir iktidarın kurulacağı sorularına açıklık getirmek var.
Birleşik devrim güçleri, “faşizmi yıkma” iddialarını ortaya koyuyorlar. Ancak bu iddialarını ortaya koydukları yerde, faşizm diye sadece “faşist iktidar”dan söz edildiğini görüyoruz. Bu kavram esas olarak “mevcut iktidar”ı anlatır ve devrimin birleşik güçlerinin de bunu anlatmak istediğini görüyoruz. Yani anlatılmak istenen AKP-MHP faşist iktidarıdır.
Sorunu böyle ortaya koymak, sosyal reformist düşünceye verilmiş bir taviz ya da ona doğru atılmış bir adımdır. Çünkü faşizmi “hükümet”ten, yani iktidardan ibaret görmek ve faşizmin yıkılmasını hükümet/iktidar değişikliğine bağlamak sosyal reformist düşüncenin temellerinden biridir.
Yanlışlığı sadece teorik olarak değil, pratik gerçeklik olarak da kolaylıkla kanıtlanabilir bu düşünce biçimi, sosyal reformist partiler tarafından tekelci sermaye sınıfıyla uzlaşma umuduyla savunulur. Oysa, Türkiye, böyle bir iktidarın olmadığı örneğin, tüm 80’li ve 90’lı yıllar boyunca faşist hükümetler tarafından yönetilmiştir.
Uzatmadan söyleyelim: Türkiye’de faşizm bir hükümet sorunu değil bir devlet sorunudur. Faşizm, tekelci sermaye egemenliğinin biçimlerinden birisidir. Devlet tümüyle faşistleştirilmiştir ve faşizmin asıl yürütme gücü hükümetler değil, devlettir. Sınıfsal taşıyıcısı ise tekelci sermaye sınıfı ve emperyalist sermayedir.
“Faşizmi yıkmak” her şeyden önce, faşist devleti ve tekelci sermaye sınıfı egemenliğini yıkmayı gerektirir. Bunlar yıkılmadan herhangi bir hükümet değişikliği faşizmin yıkıldığı anlamına gelmez; gelmeyecektir. Dolayısıyla, “mevcut iktidar”ın yıkılması, yerine herhangi bir burjuva “iktidar”ın kurulması, faşizmin yıkıldığı anlamına gelmez. Türkiye ve Kürdistan’ın tüm yakın tarihi bunu kanıtlayan olaylarla doludur. Bunları yıkmak ise bir devrim sorunudur. Devrimin birleşik güçleri, işte bu düşünce ve iddiayla emekçi sınıfların, ezilen halkların karşısına çıkmalıdır.
Buradan, yıkılacak tekelci sermeye egemenliği, faşist devlet ve faşist iktidar yerine ne koyulacağı meselesine gelmek gerekiyor. İşçi sınıfı, emekçi, yoksul, ezilen halklar için “mevcut iktidarın” yıkılması yetmez; onlara, yıkılacak olanın yerine ne konulacağını da açıklıkla söylemek gerekir.
Halklar, işçi sınıfı, bir devrime macera olsun diye girişmez. Onlar, gerçek bir kurtuluş için ve gerçek kurtuluş umudunu gördüklerinde devrime girişir, kanlarını akıtırlar. Bir devrimci, teorik ve politik bilinçle hareket eder ve devrime öyle katılır. Oysa kitleler, düzenden umutlarını yitirdiklerinde, yaşam onlar için dayanılmaz hale geldiğinde ve gelecek olanın onları tüm bu kötülüklerden kurtaracağını devrimci sezgileriyle anladıklarında devrime katılır ve göğü fethedecek kahramanlıklara girişirler.
Kısaca yoksul, emekçi kitleler, ezilen halklar, kendilerini tüm kötülüklerden kurtaracak; daha ilk günden yaşamlarında iyileştirme sağlayacak; aç çocuklarını doyurmalarını sağlayacak, banka ve tefeci borçlarından, devlet baskısından kurtaracak, vb vb. bir iktidar umuduyla devrime katılırlar. Tek sözcükle söylersek, işçi sınıfının ve emekçilerin iktidarı, emeğin iktidarı, halkın devrimci iktidarı için dövüşürler.
Şüphesiz bu, kısa, öz, emekçiler tarafından kolayca anlaşılabilir ve benimsenebilir bir program meselesidir.
Devrimin toplumsal güçlerinin büyük, yıkıcı enerjisi ancak bu büyük hedeflerle açığa çıkarılabilir.