Bir devrimci dönemden geçtiğimiz, artık, neredeyse, bir fizik yasası kadar kesindir. Bu olgu ne kadar kesin ise, bir ayaklanmanın, bir devrimin hızla olgunlaşmakta ve yaklaşmakta olduğu da bir o kadar kesindir.
Sosyal reformist parti ve örgütler ile aslında onlarla aynı mantık örgüsünden, aynı kumaştan olan kimi sol/devrimci hareketlerin itirazları artık bu tespite değil. Aksine, artık çoğu devrimci bir dönemden geçmekte olduğumuzu kabul ediyor hatta, devrim kavramını bolca kullanmaya bile başladılar.
Onlar devrimci düşüncenin önüne koydukları bu bariyer yıkılınca, büyük bir esneklikle, yere serildikleri yerden hemen doğrulup bir başka bariyer kurmaya başlıyorlar. Sarıldıkları bahane şimdi, şudur: “Devrim tamam da iktidarı alacak güç/parti yok. Dolayısıyla, şimdilik, burjuva muhalefete destek verelim de şu tek adam rejiminden kurtulalım.”
Mealen söylediğimiz bu sözler kelimesi kelimesine olmasa da, aşağı yukarı tüm sosyal reformist parti ve örgütler ile onlarla bağlarını koparmak istemeyen kimi sol/devrimci hareketlerin düşünce biçimini yansıtıyor.
Bu düşünce ve mantık yürütme biçiminin dünya işçi sınıfı hareketi tarihinde bir karşılığı da var. Kendilerince gerçekçidirler, yani “realist”ler, haliyle “realist politika” yapıyorlar ve realitede, verili anda iktidarı alacak bir güç ortalıkta görünmüyor.
Öyleyse, ortalığa bakıp iktidarı alacak bir gücü görmeyen bu çevreler için yapılması gereken şey kendini mevcut koşullara uyarlamaktır. Bu gerçekçi, “realist” politika, sonuçta, emekçi sınıfları, yoksul kitleleri, ezilen halkları aptallaştırarak burjuvaziyle uzlaşma noktasına götürür. Devrimci dönemlerde devrim ve iktidar hedefini en başa koymamanın başka bir sonucu olamaz. Başka bir ifadeyle, bu “realist” politika, kaçınılmaz biçimde, sizi burjuvaziyle uzlaşma çizgisine götürür.
Diyalektik düşünme yeteneğinden yoksun bu bayların hesaba katmadıkları nedir?
Birincisi, onlar, devrimci dönemlerde gelişmelerin tedrici yani evrimci biçimde değil, sıçramalar halinde, yani patlamalar şeklinde gerçekleşeceğini ya bilmiyorlar ya da hesaba katmasını bilmiyorlar. 2013 31 Mayıs'ından hemen bir kaç gün önce dupduru görünen gökyüzünün aniden, on milyonlarca insanı harekete geçiren bir fırtınaya kesilmesi gibi. Ya da 4-5 Ekim 2014'te, gerilla mücadelesi dışında, yaprak kımıldamıyor denilen Kürdistan'da 6-8 Ekim'de yani iki, üç gün sonra bu toprakların tanık olduğu en büyük, silahlı halk ayaklanmalarından birinin patlak vermesi gibi...
İkincisi, tüm devrimler gibi, Türkiye ve Kürdistan birleşik devriminin, parti ve örgütlerin değil, kitlelerin, emekçi sınıfların, Kürt halkının, gençlik ve kadınların eseri olacağını hiç mi hiç anlamıyorlar. Toplumsal devrimde parti ve örgütlerin rolü, göğü fethe çıkmış kitlelere devrim ve iktidar hedefini göstererek onlara öncülük etmek; onları zafere, yani, iktidarın fethi noktasına kadar taşımaktır. Eğer bir komplodan değil, gerçek bir halk devriminden söz ediyorsak onu parti ve örgütler değil, halkın kendisi, kitleler yapar.
Üçüncüsü, ayaklanmaya başlamış kitleler, eğer önceden yeterli hazırlık yapılmış ise, devrimci programa sahip partinin/cephenin ya da birliğin bayrağı altında hızlıca birleşir. Bolşeviklerin 1917 Şubat'ından Ekim'ine kadar geçen kısa sekiz aylık dönemde işçilerin ve yoksul köylülerin muazzam çoğunluğunu kazanmaları buna bir örnektir.
Dördüncüsü, özellikle devrimci dönemlerde sadece büyük devrimci hedefler, devrim, iktidar, kesin ve tam kurtuluş hedefi; bu konuda kitlelerin bilincinde, ruhlarında uyandırılacak gerçek bir umut, devrimin toplumsal ordusunu oluşturan kitlelerin devrimci enerjisini açığa çıkarır. Hak ve özgürlükler denilen eften püften, ıvır zıvır şeyler değil.
Beşinci ve son söyleyeceğimiz, Türkiye ve Kürdistan emekçi sınıflarının, ezilen yoksul halkların muazzam bir devrimci birikime sahip olduklarıdır. Öncesi bir yana, 70'li yıllardan güne süren sert sınıf savaşımı, iki ülke halklarının tarihin tanıdığı en azgın devlet teröründen birine maruz kalmalarına rağmen devrim mücadelesinde ısrarları bunun en büyük kanıtıdır.
İdamlara, açık infazlara, işkencede, zindanlarda katledilmelere vb. rağmen hala ayakta duran devrimci güçlerin varlığı, sözünü ettiğimiz birikimin sonucu ve kanıtıdır. İki ülkenin emekçi sınıflarında, ezilen halklarında, kadınlarında, gençliğinde böyle bir birikim olmasaydı, Deniz'lerden bu yana, devrimci hareket değil elli yıl, elli ay bile ayakta duramazdı.
Peki tüm bu söylediklerimiz, devrimci dönemlerde, devrim yıllarında kitlelerin, gençliğin, kadınların kendiliklerinden devrimci örgüt ve partilerin bayrağı altına koşacakları anlamına mı gelir? Elbette bu anlama gelmez. Aksine, kitleleri devrim ve iktidar bayrağı altında birleştirmek için başka zamanlarda hiç olmadığı kadar yüksek bir enerji, büyük bir cesaret, engel tanımaz bir ruh haliyle çalışmak gerek. Bu, en başta da Leninistler için geçerlidir.
Söylememiz o ki, bu şekilde mücadele edildiğinde gelişmeler sıçramalar biçiminde gerçekleşecek ve bir damla emek bile boşa gitmeyecek.