Son zamanlarda burjuva sınıftan bazı kesimlerin sözcülerinin ağzında bir “iç savaş” sözü dolaşıyor. Cumhuriyet’in köşe yazarlarından Aytun Çıray’a kadar bu burjuva sözcülerin sözünü ettiği “iç savaş”, bir zamanlar Lübnan’da, şimdi de Suriye’de, Afganistan’da olduğu gibi etnik köken, din, mezhep farklılıklarından ileri gelen bir iç savaş. Burada dikkat edilmesi gereken yan, bu iç savaşların da sınıf çelişkileri ve çatışmalarından beslenmesidir.
Bugün burjuvazinin bu sözcülerine “iç savaş” dedirten olgular nelerdir?
Bir süredir felaket boyutlarında süren orman yangınlarıyla (Temmuz-Ağustos 2021) başlayalım. Bu topraklarda zaman zaman tarla-tarım arazisi açmak amacıyla orman yakma söz konusu olsa da, proletarya ve halk güçleri politik amaçlarla ya da saiklerle orman yakma yoluna hiç başvurmamıştır. Ezilen ulusun çocukları aşırıya kaçıp tekil olaylar halinde bazen orman yaktılar. Ancak bu, hiçbir zaman UKH’nin bir yöntemi olmadı. Aksine, onlar her zaman ekolojiden, çevre korumadan, doğaya zarar vermemekten yana oldular. Bu topraklarda siyasal saiklerle orman ve köy yakmak esas olarak devletin, devletin kolluk güçlerinin yöntemi olmuştur.
90’lı yıllardan başlayarak iç savaşın en sert, en açık yaşandığı dönemlerde Kürdistan köylerinde ve ormanlarında askeri, polisi ve korucularıyla devletin kolluk güçleri bu yola başvurdular. Hatta sadece ormanları değil ekinleri, meyve bahçelerini de yaktılar. Son zamanlarda yine orman yakmaya başladılar. Şimdilerde internette yayınlanan videolarda Dersim’den Colemerg’e kadar birçok bölgede kolluk güçlerinin ormanları nasıl ateşe verdiğinin görüntüleri var. Ayrıca Kürdistan’da kolluk güçlerinin çıkardığı bu yangınları söndürmek isteyenlerin engellendiği de yıllardır yaşanan bir gerçekliktir. En son Dersim belediye başkanı ve Dersim halkı orman yangınlarını söndürmek amacıyla harekete geçtiklerinde, ormanlara yaklaşmalarına bile izin vermediler.
Adana’dan Muğla’ya kadar Toroslarda çok geniş bir bölgeyi saran orman yangınları başladığında bu yangınları söndürmeyen, söndüremeyen hükümet, kendi basiretsizliğini örtmek için Kürtleri işaret ederek, orman yangınlarını “teröristler çıkardı” dedi. İşareti olan hazır kıta tosuncuklar derhal hareke geçtiler. Konya’da Dedeoğulları ailesinden 7 kişi Kürt oldukları için katledildi; HDP ilçe binaları ardı ardına saldırıya uğradı; durumdan vazife çıkaran kullanışlı ahmaklar köy yollarında, ormanlarda, “orman yakmaya” çalışan “terörist” ya da “yabancı” avına çıkıp linç girişimlerinde bulundular. Ayrıca Halk Tv’nin canlı yayınını bastıkları gibi, bölgede haber yapan pek çok gazeteciye de saldırdılar. Gazeteci derken kastımız, yaptıkları hükümet yandaşlığı ve yalakalığıyla bölge halkını çileden çıkaran A Haber ve TRT muhabirleri değil tabii. Bizim kastımız mesleğine saygısı olan ve yaşananları belgelemeye, göstermeye çalışan gerçek gazetecilerdir.
Kendi basiretsizliğinin üstünü örtmeye çalışan dinci faşist iktidar, daha en başından beri ormanları rantiyeye açıp doğayı talan etti, ediyor. “Orman vasfını yitiren arazileri” yıllardır satmayı sürdüren dinci faşist hükumet, daha orman yangınları çıkmazdan önce, her ne hikmetse tam da yangın bölgelerinde kalan 63 ayrı alanda maden ruhsatı verdiği gibi, yangınlar başlar başlamaz da, kıyıların ve kıyılardaki orman arazilerinin turizm yatırımlarına açılması yani yapılaşmaya açılması yetkisini Turizm Bakanlığına verdi.
Burjuva sözcülere “iç savaş” dedirten bir diğer olgu da seçimlerdir. Dinci faşist parti artık seçimler yoluyla iktidarı kazanamayacağı için, sanki bu hükümet daha en başından bir iç savaş hükümeti olarak kurulmamış gibi, sanki bu topraklarda 50 yıldan beri iç savaş yaşanmıyormuş gibi, tıpkı 7 Haziran seçimlerinden sonra olduğu gibi toplumu terörize edip iç savaş çıkaracağını ve buna hazırlandığını söylüyorlar.
Burada iç savaştan ziyade, iç savaşa dair bazı ayrıntılara dikkat çekmek istiyoruz. Bu ayrıntılarda, uzun iç savaşta bugüne dek yaşananlarda bazı farklılıkların varlığından söz edilebilir. Dinci faşist iktidarın tepesindekiler, gelinen aşamada iktidardan (hükümetten) vazgeçemeyecek kadar yolsuzluğa, rüşvete, narko-suçlara, kara para aklamaya, hatta onların deyimiyle, birilerinin malına mülküne çökmeye bulaştıklarından, iktidarı kaybettiklerinde kendilerini neyin beklediğini iyi biliyorlar. O yüzden de olağan yollarla seçim vb. hükümeti bırakıp muhalefet sıralarına geçmemek için ellerinden gelen her şeyi yapacaklar. Uzun yıllardan beri iktidarda olmanın verdiği güç sarhoşluğu ve kibirle, her istediklerini yaptıkları keyfi yönetimle herkese tepeden bakıyor; kendilerinden başka herkesi “ötekileştirerek” ya “terörist” ya da “terör yandaşı” ilan ediyor ve böylece, zaten iktidarı olağan yollardan devretmeyeceklerini de ilan ediyorlar.
Bir diğer farklılık, bu topraklara dinci çetelerin -göçmenler değil dinci çeteler- doldurulmasıdır.
Göç sorunu, bütün dünyada olduğu gibi bizde de yeni evrenin bir gerçeğidir. Asya’dan Afrika’ya pek çok bağımlı ülkede uygulanan tam ilhak politikaları, bu ülkelerdeki faşist iktidarların zulmüyle buluşunca, bu ülkelerde yaşanan milyonlarca insan, emperyalist ülkelerde yeni bir hayat kurma umuduyla yollara düştü. Buna bir de savaştan, iç savaşlardan kaçanlar eklenince, göç sorunu on yıllardır bitmeyen büyük bir sorun haline geldi. AB ülkelerine gidebilme umuduyla gelip bu topraklarda yığılan milyonlarca insanın Türkiye metropollerine göçtüğü de biline bir olgudur. Bu göçmenlerin bir bölümü ya kendi işini bırakarak ya da bir iş bulup çalışarak kendilerine iyi kötü bir yaşam kurdular. Ancak bunların dışında son yıllarda yaşanan yeni bir göç dalgası daha var: Suriye’den, Libya’dan, Afganistan’dan gelen, bu ülkelerde yaşanan savaşlara katılarak savaş deneyimi edinmiş dinci çeteler bunlar. İşte bunlar için İyi Partili A.Çıray bile “Bize karşı savaşmak için geliyorlar” diyor. Bu büyük “tosuncuk” göçüne ek olarak 15 Temmuz’da ve sonrasında envanter dışı dedikleri ve sayıları yüz binleri aşan silahların da bu dinci gericilere dağıtıldığını eklersek, durum daha da netleşecektir.
Dinci faşist iktidarın tepesindekilerin değişik zamanlarda ve değişik gerekçelerle dile getirdikleri “beka”, “biz kaybedersek Türkiye kaybeder”, “bunlara ülke teslim edilmez” yaklaşımları da göz önüne alındığında, burjuva sınıfın bazı temsilcilerinin son zamanlarda “iç savaş” sözünü sık sık kullanmalarının nedenleri anlaşılmaktadır. Bir kez daha vurgulayalım: burjuva sözcülerin sözünü ettiği bu “iç savaş” da, özünde sınıf çelişkileri ve çatışmalarından beslenir.
Marksist literatürdeki anlamıyla, sınıflar mücadelesinin gelişiminin belirli bir aşamada kaçınılmaz olarak aldığı bir biçim olan iç savaş, bu topraklarda zaman zaman durulur gibi olup kesintiye uğrasa da 50 yıldan beri yaşanan somut bir olgudur. Bu uzun iç savaşta aldığı darbelerle çaresizleşen, güç kaybeden ve devrim karşısında yenilmeye başlayan burjuva sınıf, her defasında yeniden ve daha başka biçimlerde proletarya ve halkların devrime, devrimin zaferine doğru ilerlemesini engellemeye, gücünü toplayıp birleşik devrimi yenmeye çalıştı, çalışıyor. Ama her şeye rağmen birleşik devrim gelişti, gelişip güçlenmeye de devam ediyor.
Pandemiden bu yana yaşananlar bile bunun kanıtlarıyla dolu. Deyim yerindeyse devrim, dev dalgalarla burjuva toplumu temellerinden sarsmaya devam ediyor.
Önce Boğaziçi öğrencileri başladı. Eylem kısa sürede diğer üniversitelerden gençlerin, akademisyenlerin ve halk kitlelerinin desteğini yanında buldu. Eylemin gücü, kayyum rektörün gitmesini sağlasa da sorun çözülmedi. Yeni öğretim yılında kavganın daha da büyüyeceğini söyleyebiliriz.
Arkasından kadınların eylemleri geldi. Dinci faşizmin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi, adeta kadınlar için genel bahane oldu. 1 Temmuz’da birçok kentte ayaklanmaya varan eylemler yaşandı. Kadınların baş eğmezliği, kitleler halinde sokağa çıkması, cüretkar atılımları, kadınların ne kadar büyük bir ayaklanma gücü olduğunu herkese gösterdi, gösteriyor.
Kadınlardan hemen sonra sahneye Kürt halkı çıktı. Faşist bir katilin İzmir’in orta yerinde, polislerin gözleri önünde HDP’yi basıp, Deniz Poyraz’ı katletmesi Kürt halkını ayağa kaldırdı. Daha eylemler sürerken bu sefer Konya’da Dedeoğlu ailesinden 7 insanın ırkçı bir katliamla kurşuna dizilmesi zaten istim üstünde olan Kürt halkının öfkesini patlattı. Pek çok kentte, bütün yasaklara ve kısıtlamalara rağmen sokaklara dökülen Kürt halkı, her yerde devrim ve demokrasi güçlerini yanı başında buldu.
HDP olsun UKH olsun, genel olarak devletle köprüleri atmasa da Kürt halkının öfkesi eylemlerde kendini gösterdi: “Barış” diyenler “Ne barışı?” “Daha neyin barışı?” diyen öfke dolu kitleleri karşısında buldu.
İşçi sınıfı henüz ortak amaçlar için büyük çaplı ortak eylemler örgütlemese de, uzun zamandan beri sürekli eylem halinde. Sınıfın şu ya da bu bölüğü eyleme geçerken bir başka bölüğü eyleme hazırlanıyor, biri biterken diğeri başlıyor. Bazen aylarca yıllarca süren eylemler zafere erişse de bunlar geçici zaferler oluyor. Sınıfın ana gövdesi ortak ve devrimci bir amaç etrafında eş zamanlı bir eylemde buluşamıyor. Ama işçi sınıfı her yerde büyük patlamadan önceki huzursuzluğu yaşıyor, bunu her şeyiyle açığa vuruyor. Sadece Marmara havzası gibi sanayinin yoğun olduğu geleneksel sanayi bölgelerinde değil, Denizli’den Konya’ya, Kayseri’den Maraş’a, Tokat’tan Antep’e kadar çok geniş bir alanda dinci faşist partiye oy veren işçiler de dahil, çok büyük bir işçi kitlesi öfkeyle oturup öfkeyle kalkıyor.
İşçi sınıfının öfkesi, geniş kesimlerin burnundan soluması önemli. Çünkü işçi sınıfının mücadeleci-eylemci kesimleri eyleme geçerken, sadece öncüye, ileri işçilere bakarak eyleme geçmez. Öncüden daha çok arkaya, geri işçilere bakarlar. Arka taraftakiler eyleme hazır değilse yalnız kalacaklarını bildiklerinden ayak sürürler, ağırdan alırlar; eğer arka taraftakiler hazırsa, öfkeyle solumaya, burnundan buhar püskürtmeye başlamışsa harekete geçerler. Şimdi işçi sınıfının geniş kesimleri öfkeyle homurdanmaya, işsizler ve açlar ordusu burnundan solumaya, burnundan buhar püskürtmeye başlamış durumda. Koşullar her yönüyle büyük patlama için olgunlaşıyor.
Her ne kadar küçük burjuva hareket ve uzlaşmacı sosyalistler iç savaş sözünü duymak dahi istemese de, burjuva çevrelere “iç savaş” dedirten, tekelci sermayeyi ve dinci faşizmi kendi egemenliklerini koruyabilmek için içeride ırkçı-şoven-milliyetçi duyguları köpürtmeye, dinci çeteleri bu topraklara taşıyıp silahlandırmaya yönelten nesnel koşullar bunlardır.
Gelişmeler proletarya ve halkların önünde çok fazla seçenek bırakmıyor. Tarihin gelinen aşamada son sözü açık: Ya kanlı kavgalı savaş, ya yok oluş!...