"Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilirler" diyordu Marx, kapitalizmin tarihi eğilimini özetlediği mükemmel pasajında... Boylu boyunca bir tarihi bakış sunuyordu izleyicilerine. Peki ama, mülksüzleştirmek gibi, kimi yerde on yıllara, kimi yerde asırlara yayılan bir sürecin, devrimci bir kopuş anını belirlemesi için hangi biçime bürünmesi, başka bir ifadeyle, hangi düzeye ulaşması gerekir?
Marx'ın yazdıklarının izinden giderek, şöyle cevap verilebilir; yaşamdan kovanların yaşamdan kovulması düzeyine. Kapitalizmin genel eğiliminin, bu topraklardaki bugün aldığı biçim budur. Buhran, özellikle ekonomik buhran, on yıllar süresinde meydana gelebilecek mülksüzleştirmeyi bir kaç yıla sığdırdı; her geçen ay daha fazla yıkıcı güç biriktirerek ilerledi ve şimdi, salt yıkıcı değil, ama açıktan yaşama kasteden bir düzeye geldi. Buhranlarla iç savaş arasındaki sıkı bağlantıyı görebilmek için, sayısız kanıt sağlayan bir süreç bu. Bu bağlantıya dikkat çeken, en önemli hale gelen iki sorundan bahsedebiliriz.
En başta geleni ve en fazla ciğer dağlayanı, milyonlarca emekçi çocuğunu pençesinde kıvrandıran açlık sorunudur. Henüz çocukların ardından ağıtlar yakmaya başlamadık, (buna izin verirsek tükürsünler yüzümüze!) fakat ne yazık, eli kulağındadır. Anne-babaların çocuklarını gömmeleri ancak bir savaş döneminde olur. Açlığa terk edilen çocuklar, burjuva iç savaşın en acımasız saldırısıdır. Ah vah etmeden, bir savaşın ciddiyeti ve sorumluluğuyla ve elbette yine bir iç savaşın yüklediği görevler ve hedeflerle karşılanabilecek bir sermaye saldırısıdır.
Bu saldırıya emekçi milyonlar, kendi gündelik cephaneliklerinde ne varsa, onunla karşı duruyorlar, tam anlamıyla çırpınıyorlar. Önce kendi kursaklarından kestiler, yetmedi. En ucuz gıdayı bulabilmek için çarşı-pazar dolaşıp saatlerce kuyruklarda beklediler, ama bu da yetmedi. Yetmezdi, çünkü büyükten küçüğe, sermaye sınıfının, emekçi sınıfın açlığını nasıl fırsata çevirdiğini gördüler. Açlık, en adi, yenmeyecek derecede mallara fahiş karlarla piyasaya sürülmesi fırsatıdır. Eskiden kasaplarda bedavaya verilen kemiklerin şimdi yüksek fiyattan satılması, sadece açlığın ulaştığı düzeyle açıklanabilir.
Tehlike büyüyor, çünkü kış kapıda. En az üç senedir emekçi çocukların üzerine düşen açlığın gölgesinde, azrailin tırpanı belirmeye başladı. Yaşamdan kovulmanın bu en acı sürecini her gün cehennem azabı gibi deneyimleyen, bu gidişi tersine çevirmek için elinde servet ve güç bulunan egemenlere diş bileyen milyonların, en şiddet dolu duygularla çalkalanmadığını söyleyebilmek için, burjuva bataklığın çürük sazlığında otlanan zavallı ruhlardan birisi olmak gerek.
Yaşamdan kovulmanın diğer acı bilançosunu, barınma krizinde görüyoruz. Daha önce ifade edildi bu krizin asıl nedeni, kısaca tekrarlayalım: Barınma krizi ev kıtlığından değil, tersine, çok fazla ev oluşundan çıkıyor. "Sömürü şokuna" uğrayan çalışanlardan elde edilen muazzam miktardaki artı-değer yığını, sermaye dünyasında amansız bir rant kapışması başlattı. Artı-değeri paylaşmanın diğer biçimi olan faiz enflasyonun oldukça gerisinde; çöken iç pazar nedeniyle yüklenilen ihracat, karları düşürdü. Geriye, paylaşımın üçüncü yolu yani rant kaldı. Saç-baş yolduran, çıldırtan kira artışlarının ardında ne sığınmacılar, ne de zavallı ev sahipleri var. Bunun sorumlusu bizzat bankalardır, gayrı menkul şirketleri ile tekelci gruplardır. Bir kaç yılda on katını aşan ev fiyatlarındaki artışın başka hiçbir açıklaması yok.
Üst üste binen, biriken her sorun gibi, barınma krizi de bu savaş görüngüsüne (olgusuna) meydan veriyor. Ancak bir savaş sırasında bombalanmış şehirlerde görebileceğimiz manzaralar beliriyor. İnsanlar sokaklarda, parklarda yatıp kalkıyorlar. Bu yaşamsal sorunda da emekçiler kendi cephanelikleriyle duruma karşı durmaya çabaladılar. Hala ekecek toprağı olanlar umutsuz ve yenik, köylerine döndüler; dönemeyenler en uzak semtlere kaçtılar. Ve bir kez daha emekçilerin umutsuz çırpınışlarını fahiş kazançlara çeviren sermayenin acımasız dünyasına tosladılar. Hayvanları bağlasan durmaz, öyle yıkık izbeler, karanlık bodrumlar bile 5 bin liraya kiracı buluyorsa, tek anlamı, barınma krizinin "yaşam hakkı” tanımayan düzeye çıkmasıdır. Ve burada da tehlike katlanarak büyüyor. Kısa sürede ev fiyatlarını on katına çıkaran mekanizma, ivmeli hareketini sürdürüyor. Apartman daireleri ve bodrumlarında, uzak semtlerin gecekondularında süren "sessiz açlık", yarattığı şiddet yüklü duyguların, soğuk duvarlara çarpmadan yayılacağı açık alanlara, parklara, sokaklara çıkıyor.
Bir parantezle, "sessiz açlık" derken tam olarak neyi kastettiğimizi belirtelim, çünkü onca açlık karşısında hemen bir isyana kalkışmamaktan mızmızlanan dar kafalılarla aynı görünmek istemeyiz. Onlar bu toprakların emekçilerini pek az tanıyorlar. Doğanın az çok cömert davrandığı ve zanaatkar kültürün tümden unutulmadığı coğrafyalarda emekçiler, uğradıkları binlerce haksızlığa, binlerce isyanla karşılık verirler, ama açlık başka. Açlık, şiddetli duyguları, utanç duygusunun sisinde köreltir. Bu, evine ekmek götüremeyen bir emekçinin, bu topraklara özgü bir kinle utancı, en baskın duygu olarak yaşamasıdır. Bu yüzden, yaygınlaşan açlıkla aynı ölçülerde büyüyen "dilenciler" ordusu görmeyiz, bu yüzden mesela, açlıktan kameralar önünde söz edenler hep "komşuları" üzerinden anlatırlar. Binlerce yıldır aktarılarak gelen bu coğrafi mizaç, Marx'ın bir harekette hızlanma veya yavaşlamalara yol açan rastlantılar arasında saydığı "halk mizacı"na denk düşen bir ögedir. (Bkz, Kugelmann'a Nisan 1871 tarihli mektup). Benzer coğrafi cömertliğe ve köklü zanaatkar kültür mirasına sahip Hindistan'da açlık çeken yüzbinlerce köylü intihar yolunu seçiyorken, daha az cömert toprakların olduğu, zanaatkar kültür yerine köleci-plantasyon kültürün uğursuz mirasını taşıyan Latin Amerika, Afrika gibi kıtalar, sürekli olarak açlık ayaklanmalarıyla çalkalanır.
Çizmeyi aşan bir kan deryası görmeden, iç savaş olgusunu kabule yanaşmayan darkafalılar, elbette ekonomik buhranın derinleşip, yaşamı tehdit eder hale gelişi ile, bir iç savaşı körüklemesi arasındaki bağlantıyı, bu geçişin kanıtları sayılan olguları göremezler. İç savaşın, bir yanda gözü dönmüş burjuva amansızlık; diğer yanda emekçilerin, şimdilerde kanlı bıçaklı kavgalarla kaynama noktasına gelen şiddet dolu duygulardan başka bir anlama gelmediğini, sadece iki sınıf biliyor. İç savaş ve buhran konusunda kendini kandırmayan iki sınıftan biri devrimci proletaryadır. Diğeri, elbette, tekelci sermayedir. Ve tam zamanında, Yargıtay'ın onayladığı Gezi Davası kararında, açık bir iç savaş hukuku hatırlatması görmemek mümkün mü?
Kendini kandırmayan devrimci proletarya on milyonlara,"yaşamdan kovanları, yaşamdan kovun" öğüdü veriyor, buhranın artık başka hiçbir çözüm yolu bırakmadığı gerçeğine yaslanıyor. Açlık çeken çocuklarına ağıtlar yakmamak için çırpınan emekçilerin şiddet yüklü duygularını, süt dolu küvetlerde rahatlayıp altın tozu serpilmiş yemekleriyle hava atan bir avuç sömürücüye yöneltiyor; utancın sis perdesiyle kanlı korkunç öfkeyi, berrak bir hedefin esinlediği acil çözüm gücüyle açığa çıkartmaya çabalıyor. Devrimci proletarya, direnme güçleri tükendikçe sokaklarda, parklarda yaşayanlara ve onlara baktıkça kendi kaçırılmaz kaderlerini gören milyonlara, sadece boş tutuldukları için fiyatları göklere tırmanan, banka ve tekellerin mülkiyetindeki evleri işaret ediyor. Ve girişilecek bu türden işlere "anayasal hak" kılıfı uydurmaya hazırlananlara, yeniden hatırlatılan iç savaş hukukunu gösteriyor. Şimdi proleter iç savaşın hukukunda tek bir madde öne çıkıyor: Yaşamdan kovanları, yaşamdan kovun!
Umut Çakır