Her geçen gün daha iyi anlaşılıyor ki, bu kriz yeterince uzun, yeterince derin ve yıkıcı olacaktır. Ne için yeterince? Şunun için: Devrimci proletarya ve onun öncüsü, bu kriz süresince ya dinci faşist iktidarı devirmiş ya da bu konuma oldukça yaklaşmış olacaktır. Kriz, tüm boyutlarıyla sınıflar savaşımını bu yeni dengeye doğru iteliyor.
Krize dair detaylı bilgiler, gazete ve yayınlarda fazlasıyla yer buluyor. Ve artık herkes krizi görüyor, yaşıyor, dinci-faşizmin etkisi altında uyuşmuş olanlar bile. RTE de bu kez teğet geçmeyeceğini anlamış, battı balık yan gider hesabıyla, krizi daha da derinleştirecek adımlar atıyor. Bankacılık sistemini felce uğratacak akla zarar tedbir paketleri ardı ardına açıklanıyor. Ama, gözden kaçmasın diye, özel bir “önlem paketi”nin altını burada biz çizelim: Önce Bahçeli dile getirdi, toplumun bozulan psikolojisi için, muhtemelen yatıştırıcı hapları leblebi gibi dağıtacak bir destek programı istedi. Hemen ardından iktidar “kenevir ekimi” için talimat verdi. Dünyanın veya iç pazarın, kenevirden elde edilen hangi ürüne acil ihtiyacı var? Yok, ama dinci-faşizmin kara para trafiğinden gelecek finans imkanlarına çok acil ihtiyacı var. Özellikle, son yılın cari açığı, görülmemiş boyutlara varan kara parayla kapatıldığı düşünülürse. Böylece, dinci-faşizmin, krize çözüm reçetesi belli oldu: Afganistan’ın elinde bulunan, dünya uyuşturucu trafiğinin başlangıç noktası görevini devralmak. Mali açıdan belki işe yarar, ama politik açıdan beş para etmez. En çok karşı-devrim saflarında etkisi hissedilen çürümeyi hızlandırır, hepsi bu.
Öte yandan kriz, kendi işini görecek, farklı aşamalardan geçerek ilerleyecek, bazen kur şoku, bazen bankacılık şoku ve borç krizleriyle derinleşirken; proletaryaya, bu uzun ve yıkıcı krizde iktidarı devirecek bir özgüven ve kararlılık kazandıracaktır. Bu tespit, yalnızca bir inanca veya umuda dayanmıyor, bir motivasyon sağlama sözü hiç değildir. Proletaryanın devrimci öncüleri, böylesi bir gelişimi yaratacak ve omuz verecek güçlerin hazır olduğunu ve şimdi bu güçlere “proleter bir aşı’nın, tüm mevcut dengeleri altüst etmeye yeteceğini ileri sürerken, hangi olgulara dayanıyor, şimdi buna bakalım.
Sınıflar mücadelesinin dengesini belirleyen iki temel sütundan biri, burjuvazinin durumunu bir Amerikan gazetesinden okuyoruz. The New York Times, zenginlerin Türkiye’yi hızla terketmesini mercek altına alıp, şu yorumu yapıyor: “Eğer tarihte ülkelerin yaşadığı önemli yıkımlara bakılırsa, bu yıkımların öncesinde varlıklı insanların o ülkeden göç ettikleri görülür.” Türk tekelci sermayesinin ruh hali budur. Büyük yıkım öncesi büyük kaçış! Bu kaçış en büyükleri de içine alacak denli güçlü bir eğilim: Sabancılar, Ülker, Doğuş, Ciner, vd... Oysa, bu topraklarda ekonomik ve politik krizler, hiç de alışılmamış bir şey değil. Büyük kriz dalgaları, son otuz yılda, çoğu kez, büyük yıkımlar yarattı ama hiç birinde servet sahipleri böylesine kaçıp gitme heveslisi olmamıştı. Bu krizi öncekilerden ayıran bir şeyler olmalı. Bunun cevabı, NYT sütunlarında zaten verilmiş: tarihi önemde bir yıkımın kaçınılmazlığı! Uzun yıllar topluma egemen katlardan bakmanın tecrübesiyle sermaye sahipleri, kazanamayacakları bir kavganın patlamakta olduğunu görebiliyorlar. İşte bu yüzden moralsiz, özgüvensiz, gelecekten umutsuz bir ruh hali içindeler.
Karşı-devrim cephesinin asıl toparlayıcı ve yönlendirici gücü olan tekelci sermayenin içine düştüğü korku ve güven krizi, bu cephede işleri oldukça karmaşık hale getiriyor. Günü kurtarma manevraları özel çıkara odaklı politikalar, rakibin gözünü oymaya hazır yırtıcılık, karşı-devrim cephesinin farklı çıkar kesimleri arasında sonu gelmez kavgalara yol veriyor. Fetö avcılığı bahanesiyle bürokratik tasfiyeler hız kesmiyor; en küçük uygunsuz davranış bile ihanet sayılıyor ve ordu komutanlarının apoletleri sökülüyor. Bu kargaşa ve moralsizlik belli bir noktadan sonra çözülme ve dağılma olasılığını güçlendiriyor.
Sınıfların mücadelesi ve karşılıklı ilişkilerine dayalı denge, dinamik bir dengedir, taraflardan birinin zayıflığı, diğerinin üstünlüğü ile telafi edilir. Devrimin büyük yığınları, uzun iç savaşta ve sert kavgalarda elde ettikleri birikim ve sezgileriyle, düşmanın içine yuvarlandığı korku ve panik çukurunu görüyor; devrim cephesi bu durumdan kendisi adına güven ve cesaret devşiriyor. Son zamanlarda, görece önemsiz sayılabilecek olaylarda bile “yeni bir Gezi” umuduna dair gözlenebilen, elle tutulur beklenti, işte tam da bu karşılıklı dinamik dengeye dayanıyor. Geniş emekçi kesimlerle yakın ilişkisi olan her kişi ya da partinin rahatlıkla gözlemleyebildiği bu “yeni Gezi” umudunun, nihayetinde bir beklentiden ibaret olduğu, bu yanıyla, sınıflar mücadelesinin somut, hesaba katılabilir bir parçası sayılamayacağı öne sürülebilir mi? Kuşkusuz hayır. Bugüne kadar ki devrim deneyimleri pek çok kez kanıtlamıştır ki, kitlelerde ortaya çıkan bu türden beklendiler, şu türden değişimlerin bir sonucudur: 1) devrimci yığınlar arasında son ve tayin edici bir savaşım sorunu ortaya konmuştur ve pratik bir çözüm beklemektedir, 2) geniş yığınlarda kendiliğinden bir kaynaşma ve basit bir protestoyla mevcut iktidarı etkilemeye yönelik saf umut yok olmuştur; 3) bu umutsuzluğun ateşlediği nefret ve deneyimin öğrettiği birlik, geniş kitleler ile sınıf bilinçli ileri unsurları birbirine kaynaştıran kombinezonlar yaratmıştır ve 4) tüm bunların sonucunda kitleler bilinçli bekleyenler ile bilinçsizce umutsuzluğa düşmeye hazır olanlar arasında ikiye ayrılmıştır. “Yeni bir Gezi” türünden, topyekün bir eylem beklentisi bu kitleleri birleştiren bir ufuk çizgisi olarak öne çıkar, ortak bir ruh halinin biçimlenişine dönüşür.
Bu topraklarda “bilinçli bekleyenler”in sayısı hiç de az değildir, milyonlar ölçüsündedir. Bunlar, faşizmin ördüğü yüksek bir barajın önünde, muazzam bir kitleyle duruyor ve barajda sızacak çatlak arayıp duruyorlar. Son iki yılda onları milyonlar halinde bir araya gelip kendilerini test ederken, ya da Muharrem İnce gibi figürleri hızla yükseltip, aynı hızla gömerken gördük. Şimdi, bu baraj suyuna, şuradan buradan ince dereler halinde akan bir proleter sınıf hareketi katılıyor. Ve bu sınıf, toplumun tüm çelişki ve çatışmalarını kendi özvarlığında bulan proletarya, giriştiği eylemlerin boyutunu aşan bir etkiyle, karıştığı baraj sularını hızla kızıla boyamaya adaydır. Çünkü ancak bu sınıf, bilinçlice bekleyen ve umutsuzluğa düşme noktasında öfke duyan milyonların son/nihai bir kavgaya girebilmek için ihtiyaç duyduğu kararlılığı, karakter sağlamlığını, amaç yüceliğini ve sermayeyle uzlaşmazlığı, harekete kazandırabilir. Ancak proletarya bir yandan kafasıyla baraj kapaklarını döven ama öbür yandan kuyruğuyla anayasal hayaller bataklığında debelenen bu son derce karmaşık topluluğa, sonuna kadar gidecek şiarları taşıyabilir; çıkarları, bilinçleri, ideolojik angajmanları farklı kesimlerin nesnel açıdan devrimci olan arayışlarına yön verip, hegemon bir rol oynayacak potansiyele sahiptir. Proletarya bu nitelikleri kazandıran öğeler, üretimde kapsadığı yer ve uzun iç savaşta defalarca görüldüğü gibi, diğer emekçi sınıfları peşinden sürükleyen bir eylem kapasitesine, bilinç ve deneyime sahip oluşudur.
Krizin harekete geçirdiği işçi bölükleri şimdilik birleşik ve güçlü bir eylem hattı yaratamadı, bu doğru. Ayrıca, şimdilik işçiler sendikal ve ekonomik talepler ile yola çıkıyorlar, bu da doğru. Ancak, hiç bir marksist, bir toplumsal hareketin niteliğini ve potansiyelini ilk adımda öne sürdüğü talepler ile ölçme budalalığına saplanıp kalmaz. Aksine, mevcut hareketin hangi sınıf dengeleri ve hangi olgularla ilişki içinde yükseldiğine bakmak gerekir. Krizin tetiklediği işçi sınıfı, sendikal ve ekonomik talepler öne sürüyor olabilir ama, kavga için çıktığı arena, eski arena değil: 3. Havalimanı işçilerinin eylemlerine bakmak, bu söylediklerimizi kanıtlamaya yeter, ya da Fransa’da Sarı Yeleklileri hatırlayalım.
Havada devrimin ağır bulutları toplanmışsa, her şeyin bir fırtınaya dönüşmesini “herkes” dört gözle bekler hale gelmişse, her ekonomik grev, hızla politik kavgaya dönüşür, kendi dar sınırlarını aşar, küçük bir dere bile tüm baraj suyunu kızıl renge boyayabilir. Hele ki, krizin ufkunda beliren açlık tehdidi, her meseleyi acil ve ertelenemez kılıyorken, hele ki, dinci-faşizme destek veren yoksul kesimlerde sandığa gitmeme eğilimleri baş göstermişken; hele ki Kürt halkında sınıfsal özlemler, ulusal özlemlerinin dahi önüne geçmişken. (Bkz. SAMER’in son araştırma sonuçları)
Sınıf dengelerinin gelinen aşamasında manzara ortaya çıkıyor. Karşı-devrim cephesi, servetini kaçırmaya başlayan sermayenin yarattığı güven yitimi ve moral bozukluğuyla kan kaybediyor; bu cephedeki yoksullar tüm demagojiye ve açık terör yöntemlerine rağmen kopuş içindeler, ya da devrim karşısında “hayırhah” bir tutuma zorlanıyorlar; geride kalanlar ise özel çıkarları için birbirine çelme takıp duruyorlar. Devrim cephesi ise, ana karakter sağlamlığı ve bir sınıf hegemonyası taşıyacak proleter hareketten besleniyor, umut ve birliğini inat ve sabırla koruyor. Ve henüz, uzun bir krizin başlangıç aşamalarındayız. Yeterince zamanımız olacak; manzaranın temel unsurları, gelişimlerini veya çöküşlerinin tüm potansiyelini bu uzun sürede ortaya dökecek.
Leninist öncüye, “bu krizde sermaye egemenliğinden ya çıkmış olacağız ya da bu konuma çok yakınlaşacağız” cüretini kazandıran gerçek, somut, elle tutulabilir, her adımda kanıtlanabilir olgular bunlardır.
Umut Çakır