Söyledik, yine söyleyeceğiz: Dinci-faşizmin beka sorunu gerçekten var. Bunu salt seçim malzemesi sananlar ya politika sahnesinde figüran rolünü bile hak etmeyen ahmaklıktaki saf kişilerdir ya da sermayenin yaydığı korkuya yenik düşmüş beyinleriyle her şeyi sarı renkte gören yüreksizlerdir. Yaşamın kendisinden öğrenemeyenler, küçük bir umut ama belki rakamların dilinden bir şeyler öğrenebilirler. Sözünü edeceğimiz rakamı, kendini İçişleri Bakanı sanan kişi telaffuz etti. Mahalle kabadayılarını geçtik, mafya bozuntusu ergen tripleriyle kendinden söz ettiren bu zatı muhterem, 2018 yılında, “terörle mücadele” adıyla yapılan operasyon sayısını açıkladı: 129 bin. Yazıyla, yüz yirmi dokuz bin!!!
Bölmeye, çarpmaya merakınız varsa, hesaplayabilirsiniz: günde 350 operasyon, hafta sonları, resmi ve dini bayramlar, yılbaşı ve sevgililer günü dahil... Gözetleme, bilgi toplamak, kovuşturma, baskın, gözaltı, çatışma, gözaltı, sorgulama ve yargılamalarıyla, her birisinin önü arkası uzayıp giden, 7/24 esaslı hummalı bir çaba... Ajanı, muhbiri, özel timi, sorgucusu, savcısı, yargıcı ve katibiyle, her gün ve her saat, kendisine yönelmiş hayati bir tehdidi yok etmeye odaklanmış yüz binlerce üyesiyle, bir faşist aygıt düşünün. Bu aygıtın elemanları, yüz binlerce operasyondan sonra bile, en tepedekiler hala “beka sorunundan” bahsettiklerinde, kendi geleceklerine güvenle bakabilirler mi?
Pek çok kişiye göre, ‘en kanlı dönem’ diye tarihe geçen 90’lı yılların ilk yarısında, dönemin cellatbaşı Mehmet Ağar “Bin operasyon” yapmakla övünüyordu, ki kendisi şimdiki zatı muhterimin terbiyecisidir. Boynuz kulağı geçer derler ya, durumun vahametini açıklamakta yetersiz kalıyor. Belki şöyle itiraz edilecektir: Ağar’ın sözünü ettikleri, “özel” türde operasyonlardı. Doğrudur. 90’lı yıllarda, her biri on binlerce silahlı kuvvetle yürütülen operasyonların yanı sıra, suikastlar, sokak infazları, gözaltında kaybetmeler gibi operasyonlar da hiç eksik olmamıştı; bunları diğerlerinden ayıran, “gizli” yürütülmesi, devlet tarafından üstlenilmemesiydi. Çünkü egemen sınıf tekelci sermaye, kendisine yönelen devrim tehdidinin hayatiyetini saklamak için çok titiz davranıyordu. Özellikle 89-91 sosyalist sistemin dağılmasından sonra, bu topraklarda devrimin bir avuç marjinal ve “dinozor” kışkırtıcının işi olduğu izlenimini yaratmak, “yeni dünya düzeni”ne entegre olmaya çalışan Türk tekelci sermayesinin, temel politik kurgusuydu. Ancak, öte yandan, bin operasyonla gizlenen korkunun boyutlarını anlamak isteyenler için, üzerinde pek az durulan bir gerçeği burada kayda geçirelim: 90’lı yılların ortalarında faşist aygıtın çekirdek kurumları, yirmi yıllık arşivlerinin çoğunu yakıp kül ettiler: Muhbir mektupları, operasyonların ayrıntı dolu raporları, doküman ve envanterler yıkılıp gitmekten korkanların, arkalarında bir belge yığını bırakmama telaşıydı bunlar.
Şimdi her şey, o zamankinden çok daha açık oynanıyor. Çünkü, “bir avuç marjinal-dinozor kışkırtıcının işi devrim” yalanı, Gezi’den sonra hiç bir hüküm taşımıyordu. Devrim kitlelere mal olduktan sonra, egemenler için, titizlikle saklanacak bir özel operasyon bagajına ihtiyaç kalmadı. Açıkçası, mızrak zaten çuvala sığmıyordu. Bin değil, yüz bin değil, on milyonları etkisine alabileceğini kanıtlayan bir devrimin gücü, yine ancak bin değil, yüz bin operasyonla cevaplanabilirdi. Böylesine geniş bir toplum kesimi üzerinde yıldırıcı bir etki yaratabilmek gizlenen operasyonlarla mümkün değildir. Bu yüzden, her biri kayda geçirilmeli, gözdağı için toplumun tamamının adeta gözüne sokulmalıydı.
Hepsi bir yana, bu olağandışı rakamın ifade ettiği çok daha önemli bir gerçeğin altını çizmek isteriz. Doğanın ve onun özel bir parçası olan insan toplumunun hareket biçimini berraklaştıran diyalektiğin, meşhur “niceliğin niteliğe dönüşümü” yasasından sözediyoruz. Her basitleştirmenin taşıdığı riski hesaba katarak, kısaca özetleyelim: topluma asıl canlılık kazandıran çelişki, bir dizi aşamadan geçer. Önce sadece bir olanaklılık olarak kendini ele verir, sonra giderek olasılık katsayısı çelişkinin bizzat doğasıyla birlikte yükselir. Bir noktadan sonra çelişki, hayatın tüm ritminin etrafında örüldüğü zorunluluk katına yükselir ve nihayet, güncel olarak da çözülmesini dayatan kaçınılmazlık seviyesine ulaşır. Ve tüm bu aşamaların doğum noktalarına, niceliğin niteliğe dönüştüğü sıçramalar eşlik eder, her seferinde daha belirgin daha kapsayıcı ve amacına uygunluğuna, hedefinin bilincine daha fazla yaklaşmış bir dizi sıçrama.
Tarihin dümdüz çizgi izlemediğini herkes bilir. Yine de, konuya yaklaşım amacıyla, kaba bir basitleştirme daha yapılabilir. Önceki dönemler bir yana, yeni yükselişi temsil eden 1990’lar devrimin bir olanaklılık ve olasılık katsayısını yükseltme gücüne yeterince sahipti. Yeni bin yılın dev ayaklanmaları hazırlayan ilk yılları, devrimin, her farklı olayda, ayrı kanallardan akan olgularda kendini bir zorunluluk olarak dayatmasına zemin sundu. Ve bu yılların sonunda, zorunluluk kendini “aşırı kutuplaşmış toplum” biçimine bürüdü. Zorunluluğun bu şekilde açığa çıkmasının önemi şuradadır: Artık nüfusun ezici çoğunluğu, düne kadar politikadan köşe bucak kaçanlar dahil, aşırı kutuplaşmanın manyetik etkisi altındadır. Tıpkı dağınık ve rastgele bir yığın oluşturan demir tozlarının bir mıknatısın etkisiyle, neredeyse askeri düzende bir sıralanış göstermesi gibi.
Soyut ve uzak analojiler kurduğumuzu düşünenlere, bir kez daha o rakamı hatırlatalım: 129 bin operasyon! Bu, öylesine somut, gerçek ve kararlı bir olgudur ki, üzerinde durup düşünmeyenleri, insan aklı ve yüreği mahkum eder. Bu rakamda dile gelen gerçek, yenilemeyen ama yalnızca aşırı bir zorlamayla durdurulabilen bir devrimin gücüne işaret eder. Yüz binlerce operasyona dayanabilen bir devrim zafere yazgılıdır: bu kadar operasyona rağmen her saniye beka korkusuyla yatıp kalkmaktan kurtulamayan bir düzen, yıkılıp gitmesi an meselesi haline gelmiş bir düzendir. Bu rakam, devrimin kökü olabildiğine yaygın ve en önemlisi etkin ve hareket halindeki kaynakların varlığına işaret eder. Bir de “yaprak kıpırdamıyor” demiyorlar mı, sabır taşı olsa çatlar! Devrimin geiger sayacı (radyasyon ölçen aygıt) canavar düdüğü gibi ötüyor sermayenin kulaklarında, 129 bin operasyon bile çare olamıyor.
Peki ya “topluma yeni bir seçenek sunmak” türünden ham halat gevezeliklere ne demeli? Acaba bu darkafalılar, devrimin basit bir “seçenek” sorunu olmadığını, toplumun bağrında çakılı en özsel çelişkilerin eseri olduğunu; bu nedenle halihazırda zorunluluk katına dek yükseldiğini ve bundan sonraki sürece damgasını vuranın ‘kaçınılmazlık’ olduğunu ne zaman anlayacaklar? Tüm yaşananlar bir yana, sadece şu 129 bin rakamına bakıp, niceliğin nitel bir sıçramaya dönüştüğü tarihin düğüm noktasına çok yakın olduğunu anlamak için, emekçi sınıflara özgü yürek ve akıl sadeliği yeter. Ve şimdi bu akıl ve yürek sadeliği milyonların açık politik niteliğidir, bu yüzden faşist aygıt, bayram seyran dinlemeden koşturup nefesini tüketmekle meşgul. Demek ki, çok iyi kazmış şu bizim ihtiyar köstebek!!
Umut Çakır