Amerika'nın kötü ünlü manipülatörlerinden Jim Rogers artık Çin'e taşındığını, çocuklarının Çince öğrendiğini duyurmuş. Adamın aile hayatından bize ne demeyin. Servetini “her şey çok güzel” yalanını pazarlayarak yapan bu şahıs, bakın neler yumurtlamış: “Bu yıl sonu ya da gelecek yıl tüm zamanların en kötü krizi patlak verecek. Sistem çökecek. Devletlerin iflas ettiğini göreceksiniz. Batı medeniyeti çökecek, hayatınız boyunca yaşadığınız en büyük çöküş olacak.” Anlaşılıyor ki, Çin'e taşınması ve Çince öğrenme hikayesi sözlerine inandırıcılık kazandırmak için.
Muhterem, kıyameti haber veren Sur'u üflüyor; ama korkusunda yalnız değil. Bu yılın başında toplanan Davos zirvelerinde ana tema şuydu: Ya servetimizin bir kısmını sus payı olarak dağıtırız ya da olacaklara katlanırız. Ama öyle kolay değil tatlı servetlerden vazgeçmek. Peki ne yapıyor burjuvazi? Onu da şu haberden okuyalım:
“Teknoloji milyarderleri, dünyanın farklı bölgelerinde hazırladıkları sığınaklara kendilerini korumak için ateşli silahlar stokluyor. En büyük korku, dünya ekonomisinin alt üst olması ve ardından zenginlerle yoksullar arasında büyük bir mücadele başlaması.” (Hürriyet, 5 Şubat 2017)
Her eve bir tüfek ve bin mermi kampanyası başlatan AKP'lilerin durumu her halde şimdi daha iyi anlaşılıyordur. Bütün bunlar neyi anlatıyor? 2008'de patlak veren küresel depresyonun atlatılamadığını, emperyalist kapitalist sistemin tarihte eşi görülmemiş bir çöküş ve kıyamet hazırladığını. Proletarya için önemli olan nokta kıyametin neredeyse bir randevu kesecek kadar yakın olmasıdır. Bunu bilmek, iddialarımıza cüret, çalışmalarımıza ciddiyet, hazırlıklarımıza aciliyet kazandıracaktır.
Yaklaşan çöküşün çapını anlamak için 2008'den bu yana yaşananları çok kısa hatırlatmak gerekecek. Kriz patlak verdiğinde iflas ederek sistemi tıkayan aşırılıkları gidermesi gereken banka ve şirketlerin “vazgeçilemeyecek kadar büyük” oldukları, yani kendileriyle beraber herkesi uçuruma çekecekleri anlaşılmış, hükümetler devreye girmişti. Çöpe dönen senetler satın alındı, bankalara kepçeler dolusu kredi para dağıtıldı. Ancak 2013'ten itibaren bu durmaksızın çalışan tulumbanın hükümetleri hızla iflas noktasına taşıdığı görüldü. ABD kredi faizlerini artırarak frene basma planları yaptı. Ne var ki, geçen dört yılda bu konuda ciddi adımlar atılamadı. Çok ciddi riskler belirmişti çünkü.
Birinci risk; bol kepçe dağıtılan kredilerin, Brezilya, Güney Afrika, Türkiye gibi bölgelerinde ağırlığı olan ülkelerde balonlar oluşturduğu, eğer frene basılırsa, buralarda toplumsal devrimlerin kaçınılmaz olduğu anlaşılmıştı. İkinci risk; enerji (petrol, gaz vs.) hatlarında ortaya çıktı, bu hatlar güvenceye alınmadan ABD dünyaya dağıttığı kredi paraları geri çağıramazdı, çünkü dolara dünya rezerv para özelliği kazandıran en güçlü destek, dolarla alınıp satılan petrolden geliyordu. Üçüncü risk; ABD'nin artık “vazgeçilmez ülke” statüsünü kaybetmesinden ileri geliyordu. Ticari ve kredi kanallarında küçülen dolar pastasının yerini almaya aday kredi kaynakları belirmişti. Rusya ve Çin böyle bir duruma hazırlık için uluslararası bir kredi bankasının temellerini atmıştı. Sonuç olarak ABD, hem bölgesel devrimlerin hem de Rusya-Çin ittifakının önüne barikatlar kurmadan faizleri arttıramazdı. 2008'den bu yana deli gibi çalışan kredi pompalama merkezleri hiç durmadı; şirketleri, bankaları, aileleri, öğrencileri, devletleri bir borç dağının ardına gömdü.
2008'de sistemi tıkadığı söylenen “toksik” kağıtlar bankalara aitti, şimdi doğrudan devletlere ait. Devlet borçlanma kağıtları çöpe dönüşmemek için son çare nedir? Savaş. Yalnızca bir savaş çöpe dönüşmesi kaçınılmaz devlet kağıtlarına zorunlu bir talep ve fiyat kazandırır. Böyle bir savaş hali hazırda sürüyor: 3. Dünya Savaşı. Sorun şu ki, başkalarının omuzları üzerinden ateş açarak süren bu savaş, devlet kağıtlarına istenen itibarı kazandırmıyor. Bunun bir adım ötesi, yani büyük güçlerin doğrudan savaşı ise öyle kolay göze alınabilecek türden değil. Hem öngörülen yıkım hem de emperyalist merkezlerin mutfağını yangın yerine çeviren sert sınıf mücadeleleri, şu ana dek burjuvaziyi engelledi. Çok önemli olmakla beraber, meselenin savaş kısmını şimdilik bir kenara koyup, krizin Türkiye üzerinde yaratacağı yıkımın çapını görmeye çalışalım.
Mayıs ayı raporunda IMF, gelişen ekonomilerde koşullar elverişli diyordu, ama şöyle bir ek yaparak: Türkiye hariç. Küresel depresyonu dünyanın en yüksek faiz oranlarını uygulayarak komaya girmeden atlatan Türkiye ekonomisi, son bir yılda koma sinyalleri vermeye başlamıştı. Sanayi üretimin ağır yükünü taşıyan Organize Sanayi Bölgeleri, enerji tüketiminde muazzam düşüşler yaşadı. OSB'lerde çalışan yüzbine yakın işçi kapıya kondu. Bir yıl içinde 200 bin kadar esnaf dükkan kapattı. 2001'i aratmayan bir yıkımdır bu.
Tıkanıklığı aşabilmek için AKP hükümeti yılın başında Kredi Garanti Fonu'na (KGF) katkı sundu. Yani bankalara “siz bol kepçe koşulsuz kredi dağıtın, riskleri ben üstleniyorum” dedi. Çoğu kısıtlaması kaldırılan kredi, bir kaç ayda % 30 gibi görülmemiş bir artış gösterdi. Bundan ala balon, arasan bulunmaz. 250 binden fazla her boydan şirket, kovalarıyla kredi musluğunun başına koştu. Ancak, sınai üretimde gram büyüme görülmedi. Nereye gitti onca kredi derseniz, tüm işletmeler o kredileri borçlarını biraz hafifletmek için kullandı diyebiliriz. Sonuçta hükümet, hazineyi, bütçeyi, devlete ait ne varsa her şeyi, bu fon aracılığıyla yaklaşan yıkım dozerinin önüne atmış oldu. Oldu mu tam olsun, ayakta kalan hiç bir şey kalmasın, tarih hükmünü böyle veriyor olsa gerek.
O dozer, bu yılın sonunda mı, yoksa beş yıl sonra mı harekete geçecek şu andan bunu kestirmek zor. Ancak sermaye dünyası, umutsuzca ve şiddetle büyük kapışmaya hazırlanıyor. Kimi Çin'e kaçıyor, kaçacak yeri olmayan “en az bin mermi” arayışına giriyor. Peki ya proletarya? Gözler önünde sistem çökerken, devletler iflas ederken, medeniyetler yıkılırken, tüm enkazın üzerine kendi zaferinin kızıl bayrağını mı dikecek yoksa o acınası “krizin faturasını ödemeyeceğiz” mırıltılarına mı kulak verecek?
Bu noktada proletaryanın devrimci sınıf partisine ve onun işçilerine büyük bir görev düşüyor. Bu kez tüm yıkıcı gücüyle kriz etkisini gösterince, yarı şok haldeki işçi sınıfı hemen harekete geçmek için düşünmeye fırsat bulamadan kendine tanıdık gelen ilk slogana sarılacaktır. Cümle oportünist ve reformist çevrenin çabalarıyla “krizin faturası” şimdilik kulaklarda en fazla çınlayan slogan oldu. Bu durumun kırılması “Fabrikalar, Tarlalar, Siyasi İktidar, Her Şey Emeğin Olacak” sloganının en azından sınıfın devrimci çekirdeğine ulaştırılması, bu görevin krizin şok dalgaları başlamadan başarılması elzemdir.
Umut Çakır