20 Temmuz'da HDP ve HDK bileşenleri "Ortak Mücadele Deklarasyonu" açıkladı. İçeriğine geçmeden önce, zamanlamasına dair bir kaç cümle etmek yerinde olur.
Deklarasyon, "sivil darbe"nin birinci yılında kamuoyuna açıklandı. Neden bir yıl beklendiğine dair herhangi bir açıklama yok, ya da herhangi bir özeleştiri. Bazen, farklı siyasi yönelimleri olan partilerin ortak bir mücadele programı çıkarmasının zaman aldığı bilinir. Ancak, halihazırda işleyen bir HDK bileşimi ve parti işleyişini tüm operasyonlara rağmen korumuş bir HDP'den söz ediyoruz. Böyle bir çağrı için tek bir toplantı yeterdi, önlerinde hiç bir engel yoktu. Buna rağmen, çok değerli bir yılın neden yitirildiğine dair bir açıklama yapmaya gerek duyulmamış. Durumun bir izahı var, onu da biz dile getirelim: Kılıçdaroğlu'nun yürüyüşü ile CHP, bir zamanlar HDP'nin doldurduğu kulvara girdi. Yani gücünü parlamento dışı eylemlerden alan bir düzen içi muhalefet kulvarı. Şimdilik CHP'nin bu misyonu ne kadar yerine getirebileceğini hesaba katmayalım, fakat Maltepe'de toplanan milyonlar parlamento dışı eyleme ilişkin emekçilerde açığa çıkan potansiyelin ciddiyetine, canlılığına ve kararlılığına dair şüphe bırakmadı. HDP, dayandığı misyonu, yani sokakların isyanını parlamenter hesaplaşma yoluna taşıma misyonunu yeniden kazanmayı artık erteleyemedi.
Denebilir ki, son bir yılda eşbaşkanlarını ve en yetkin yöneticilerini zindanlara kaptıran HDP, elbette yaralarını sarmak için zaman ihtiyaç duydu. Oysa, HDP'nin sokakların inisiyatifini kaybetmesi, bu tutuklamalardan önce ortaya çıkan bir olguydu. O yüzden, 6 milyon seçmenin iradesini temsil eden başkan ve sözcüler tutuklandığında, çok cılız bir tepki ortaya konabilmişti. Parlamenter yolu ölü eşeğe çeviren 7 Haziran ve hemen ertesinde patlak veren şehir savaşlarına karalı bir tutumla destek sunmayan HDK ve HDP, başaşağı gitmeye başlamıştı bile. Partiyi hareketsizliğe mahkum eden, “AKP'nin karşı-devrimi” değil, ama yürünen yolun çıkmazlarını, hiç bir sonuç yaratmayacağını gören devrimci kitlelerin partiye karşı mesafe koymasıydı. Ne yazık ki, HDP'nin yaşanan süreçten hiçbir olumlu ders çıkarmadığını, yayınlanan deklarasyondan anlıyoruz.
Deklarasyon baştan sona, devrimci yığınların ulaştığı bilincin, mücadele anlayışı ve öfkeli ruh halinin çok gerisindedir. HDP-HDK yola "Faşizme Dur" demek için çıkıldığını ilan ediyor. Yine aynı yavan lapa, yani dinci-faşizmi geriletmeye dair o ham hayaller. Oysa Kürt halkı ve devrimci kitleler, ciddi ve nihai bir kapışma yaşanmadan, daha açık söyleyelim, şimdiki iktidarı zora dayalı bir ayaklanma yoluyla yıkılmadan, faşizm belasından kurtulmanın mümkünü kalmadığını pekala biliyor. En son 16 Nisan referandumu, dinci-faşizmin sandıkla gitmeyeceğine dair o ileri kanaati en geniş yığınlara kanıtladı. Dahası var. Yakın zamana dek devrimci yığınlarda Gezi benzeri kendiliğinden patlamanın bir anda sürpriz yaparak her şeyi alt üst edeceği beklentisi vardı, şimdilerde o beklentinin yerini Gezi’yi beklemek değil, onu hazırlamak gerektiği bilinci ve kanaati alıyor. Son haftalarda "Bir şeyler yapmalı ama nasıl yapmalı?" sorusunun altında yatan eğilim budur. Yine de HDK-HDP, yaşananlardan hiçbir ders çıkaramadığını kanıtlarcasına faşizme dur demenin mümkün olduğunu ilan ediyor. Ama bu iddia için varolan durumu ters yüz edip sunmak gerek, öyle de yapıyor.
Deklarasyonda deniyor ki, faşizmin kurumsallaşma süreci 20 Temmuz karşı darbesinden sonra başlamıştır. 12 Eylül Askeri darbesiyle kurumsallaşan faşizmin, zaman içinde çözüldüğü, ama bir yıl önce yeniden kurulduğu anlamına gelir bu. Peki böyle bir iddiada bulunmak için herhangi bir kanıt sunulmuş mudur? Hayır. Çünkü böyle bir kanıt yok, ama tersini söylemek için kanıt ve olgu çok. Zaman zaman SHP gibi sureti haktan görünen partilerin hükümet koltuklarını doldurdukları dönemlerde bile, devletin en temel kurumlarınca kesintisiz sürdürülen faşist baskılar , hadi belki hatırlanmıyor, 20 Temmuz'a çok yakın tarihlerde yaşanan kent savaşlarında sergilenen katliamlar nasıl unutulabilir? O katliamları acaba kurumsal işleyişin dışına çıkmış vahşi tümenler mi gerçekleştirdi, yoksa başını mahkemeleri, eğitim ve sağlık kurumları, hatta afet yardım ekiplerini çektiği baştan aşağı bütünsel bir devlet vahşetiyle mi karşı karşıya kalındı? Kürt halkı o günleri hiç unutmuyor, fakat HDK-HDP, ısrarla, faşizmin kurumsallaşmasını bir yıl öncesine taşıyarak yaşananları görmezden geliyor.
Peki, ya 20 Temmuz öncesi kuvvetler ayrılığı olduğunu, bağımsız bir yargı ve erk sahibi bir parlamento olduğu varsayımına ne demeli? Kent savaşları yaşanırken, geçici seçim hükümetinde bakan koltuğuna oturan HDP'lilerin bölgeye karakol komutanlarının engellenmesiyle giremedikleri, halk unutabilir mi? Binlerce insanı yıllarca hapislere kapatan KCK operasyonları, bağımsız yargının işi miydi acaba? HDK-HDP'nin 20 Temmuz öncesine dair çizdiği bu pembe tablo, ne Kürt halkına kabul ettirilebilir ne de emekçi devrimci yığınlara.
Faşizme dur demek için hangi mücadele yöntemlerinin izleneceğini de deklarasyondan okuyabiliyoruz: Konferanslar, paneller, mitingler, sokak buluşmaları ve elbette bugüne kadar tarifini kimsenin yapamadığı meşhur "sivil itaatsizlik" eylemleri. Kitlelerin, belki binlerce kez yürüdükleri bu yol, topyekun bir ayaklanmayla, siyasi hesaplaşmaya dönüşmezse hiç bir sonuç yaratmıyor. Bu eylemler ile elde edilen kısıtlı hakların hiçbir güvencesi bulunmadığını halk kitleleri, son bir yılda yeterince öğrendi. Kürt halkının kısmi protestolara karşı gösterdiği ilgisizlik, bu konuda bir şeyler anlatıyor olmalıydı. Kürt halkını ve devrimci yığınları, neredeyse katı ve inatçı bir tutumla protesto tipi gösterilerden uzak tutan o sav hala havada asılı. Bütün bu miting ve toplantılarla yaratılması beklenen "Vicdan ve Adalet Hareketi", siyasi hesaplaşmayı nasıl ve hangi mücadele biçimiyle gerçekleştirecek? Deklarasyonda, bu soruya dair herhangi bir söz yok. Çünkü, deklarasyon, sunduğu gerekçeler, hedefler ve tarif edilen mücadele araçlarıyla, dönüp dolaşıp, aynı noktayı işaret ediyor: Parlamenter hesaplaşma.
Kim bilir, belki de deklarasyonu yayınlayanların kafasında topyekun bir ayaklanma vardır ama yasal konumları bu hedefi açıklamaya imkan vermiyordur. İflah olmaz bir iyimser olsaydık, böyle düşünebilirdik. Ama durum uysa, hiç olmazsa Gezi'yi hatırlatarak, bu hedef dolaylı biçimde deklarasyonda yer alabilirdi. Böylece, yasal konumları sarsılmamış olurdu. hadi 6-8 Ekim silahlı ayaklanması ve büyük kent savaşları hiç anılmadı ama en geniş kesimlerde kabul görüp sempati toplamış Gezi'ye bile atıfta bulunmamak, deklarasyonda imzası bulunanların 7 Haziran'da duvara çarpan o çıkmaz yoldan başka bir şey düşünmediklerine işaret ediyor.
Kitleler artık parlamenter yol ile ayaklanamaz. HDP, bu deklarasyonda aynı kulvarı doldurmaya hevesli görünen CHP'ye siyasi bir alternatif yaratamaz. Bu rekabetten yenilgiyle çıkacakları şimdiden belli. Neden? Çünkü HDP'yi sokakların nabzını tutan parti haline getiren esas etmen, Kürt halkının kesintisiz isyankar hareketiydi. Oysa şimdi devrimci Kürt halkı, "Ya sonuç alıcı nihai bir kapışma ya da hiç" noktasındadır.
Maddeler halinde açıklanan taleplerine dair kapsamlı bir fikir belirtmeye gerek yok. Orada yer alan talepler ve daha fazlası, Maltepe mitinginde kitlelerin önüne konuldu ve belirgin bir hoşnutsuzluk ve hayal kırıklığıyla karşılandı. Bu haliyle HDK-HDP siyasi açıdan bir adım ileri geçemiyor ve önümüzdeki haftalarda iyice hareketlenmesi kaçınılmaz olan sokakların siyasi inisiyatifini, CHP'ye terk ediyor. CHP'de bunu, Dersim'de "Teröre lanet" yürüyüşleriyle, ahmakça işlerle yeterince heba ediyor.
Görünen köy kılavuz istemez. Düzen içi muhalefetin iyice darlaşmış siyasi ufku, CHP tarafından yeterince dolduruldu. O doluluk aşılmadıkça, ister vicdan ve adalet hedefli sivil itaatsizlikler, isterse daha kavgacı hak-hukuk direnişleri, dönüp dolaşıp, CHP'nin muhalif kulvarına kan taşıyacaktır. Hak, hukuk, adalet çağrılarının gerçek sınıfsal içeriği, bundan daha açık ortaya konamazdı. Böylece, devrimci kitlelerin nihai kapışmaya hazırlanmak için girdikleri arayış ve kafalarındaki sorulara ciddi cevaplar bulma çabalarında, Leninist şiarlara ulaşmalarının önündeki pek çok engel kalkıyor. Leninist işar ve hedeflere mücadele araç ve biçimlerine sahip olmayan bir hareketin, dinci faşizmle sonuç alıcı bir kapışmaya giremeyeceğini bir kez daha kanıtladıkları için, parlamenter yoluculara belki de müteşekkir olmalıyız.
Umut Çakır