Dinci faşizm, debelendiği çukurdan çıkmaya her yeltenişinde, tek yaptığı şey çukurun derinliğini arttırmak. Şimdi bu çukur, giderek, her şeyi yutan bir kara deliğe dönüşüyor. Yalnızca dinci-faşizm için değil, tümüyle tekelci kapitalist egemenlik için, tam çöküş kavramını kullanabiliriz. Başka bir ifadeyle; hem ekonomik, hem siyasi hem de ideolojik (kültürel, ahlaki, vs) bir çöküş; boşluk bırakmıyor veya kendini avutmak isteyenlere hiçbir kaçış noktası sunmuyor.
Her toplumsal-tarihsel olgu gibi, çöküş olgusu da, tüm yönleri, bağıntıları ve öğelerinin tüm nitelikleriyle, ancak “tam” aşamaya geldiğinde anlaşılır olur. Nasıl ki insan anatomisi maymun anatomisinin ve onun evrimsel gelişiminin bir anahtarıysa; ve nasıl ki 19 yüzyıl İngiliz kapitalizmi daha geriden gelen kapitalizm örneklerinin en net fotoğrafına ulaşmayı sağlıyorsa, bugünün tam çöküşü, geçmişte buna benzer devrimci bunalım anlarında, toplumsal bir devrimin önüne set çeken bir takım olguları daha iyi ve nesnel bir bakışla kavramamızı sağlar. Ve aynı engellerin şimdi nasıl işlevini kaybettiğine dair kanaatimizi pekiştirir.
Bu nedenle, şimdi yaşanan tam çöküşün, 2001 ve 2013’te büyük kitlesel patlamalara yol açan bunalımlarla bir karşılaştırmasını yapmak yerinde olur. Burada odaklanmamız gereken, devrimin öznel gücündeki dönüşümler, her bunalım dalgasının, sınıfların ve hareket halindeki kitlelerin bilincine yansımalarıdır. Kitlelerin bilinci, gerçek devrim anları dışında, hemen hiç bir zaman yazılı ilkelere ya da manifestolara dökülmez. Onu biz, toplumsal ruh hallerinin kabarışlarından, geleceğe dair umut ve beklentileri ele veren olguların çeşitliliğinden veya yoksulluğundan çıkartabiliriz.
Çöküş ne denli tam bir nitelik taşıyorsa, kitlelerin ruh hallerindeki dalgalanmalar o denli sert ve keskin, umutsuzluk çığlıkları o denli yüksek ve umut arayışları o denli yoğundur. Bir parantez açıp, uzlaşmacı sosyalist parti ve çevrelerin en temel yanlışlarından birine, bir kez daha değinelim. Bu çevreler, toplumu saran umutsuzluklardan, en karamsar fikirleri için bir dayanak çıkarırlar; onların kafasındaki devrim şablonuna göre, toplumun çoğunluğuna ışıklı bir gelecek vaadedecekler ve bu umut kaynaşması içinde, devrime şenlikli, umutsuzluğa yer bırakmayan bir yürüyüş başlatacaklardır.
Yayınlarında durmadan ve durmadan, sosyalistlerin topluma “umut ve güven” veremediğinden yakınmaları, bu şenlikli devrim yürüyüşü beklentisinin dışa vurumudur. Oysa, çürüyen toplumsal düzene karşı, ışık sızdırmayacak denli sımsıkı bir umutsuzluk yaşanmadan, koca bir toplum kanlı bir başkaldırıya cüret edemez. Böyle bir umutsuzluk yaşanmadan, öfkenin piştiği devrim ocağı yeterince körüklenemez; çürümüş topluma dair umutsuzluk tavan yapmadan, devrimci bir çıkış ve kurtuluşa ilişkin sezgisel güven yaygınlaşamaz. Bu umutsuzluk olmadan, partili kitlelerin en kahramanca eylemleri bile, böyle bir güven duygusunu yaratmaya yetmez. Parantezi burada kapatıp, 2001 devrimci bunalımından devam edelim.
Enkazı Kaldıran Tam İlhak
Önceki devrimci bunalım dönemlerini bir kenara koyup, meseleyi 2001 krizini ele alarak başlamanın gerekçesi, günümüzü etkileyen pek çok iktisadi, sosyal ve de kültürel umutların açılıp saçıldığı bir döneme işaret etmesidir. 2001 yılında kriz, bir şok anı yaşamış, şok dalgası ekonomiyi yıkıp geçerken, siyasi arenayı aynı ölçüde darbelemişti. Öyle ki, hükümetteki partileri çok kısa sürede sıfırlamış, büyük kitlesel protestoları tetiklemiş, Ankara’da bir “esnaf” mitinginin bir anda meclisi ele geçirmeye yönelen isyana dönüşmesi gibi, kısa süreli öfke patlamalarının önünü açmıştı.
2001 krizini tam çöküşün eşiğinden çekip alan, bizzat emperyalizm olmuştur. İflas eden bankalar ve dev şirketler kendi kaderlerine terk edilmediler; uluslararası finans-kapital, bu şirketlere ve bankalara akbabalar gibi üşüştü; satın alındı, pek çok ortaklıklar kuruldu. Bu süreç, aynı zamanda tam ilhakın tamamlanması süreciydi. Tam ilhak ilerledikçe, ekonomiye manevra alanları kazandıran yüklü miktarda bir sermaye akışı yarattı. Kriz boyunca açlığın gelişini ensesinde hisseden emekçi sınıflar, sokak ortasında adeta ellerine tutuşturulan kredi kartlarına hücum ettiler. Emperyalist finans-kapitalin hükümet üstü bir yetkiyle görevlendirdiği Kemal Derviş, “krize yol açanları sıraya dizen kişi” olarak parlatıldı. Öfke patlamalarına yol açan umutsuzluk çanağındaki ilk çatlaklar böyle oluştu.
Daha büyük bir çatlak, bizzat Avrupa Birliği’nden peydahlandı. AB’ye üyelik hayali canlı tutuldu, ne de olsa Avrupa, en çok da küçük mülk sahibi kafalara, refah ve demokrasi masallarını fısıldıyordu. Günün moda sözü, toplumu sarsan her kepazelikten sonra alışkanlıkla tekrarlanır oldu: “Eyvah, Avrupa'ya rezil olduk!” Ve her olay, “piyasa nasıl tepki verdi?” endeksine bağlandı. Burada amaç, tepkinin doğuracağı dönüşüm umudunu, kitle hareketlerinden, piyasa hareketlerine aktarmaktı. Küçük burjuva kafalar için, verimli bir topraktı.
Umutsuzluk çanağının boş umutlar ve ölçüsüz vaatlerle çatlaması, hareket halindeki devrimci kitlelerin bilincinde de yansımasını buldu. Belli belirsiz umut, öfkeye yumuşak bir hamur karıştırıyor, geleceğe dair beklentileri güçlendiriyordu. Bunun politik arenadaki yansıması, emekçi sınıfların her seçimdeki geleneksel “ehven-i şer” tutumunun AKP’yi hükümete taşıması oldu. Kötüler içinde en sonda olan AKP, tepesinde piyasa sopası, yakasında AB bürokratlar, nasılsa yola gelirdi. Zaten kendileri de “Biz gömlek değiştirdik” demiyor muydu? Bu tablonun sunduğu sahte vaatler, yoğun belirsizlikler içinde boy veren umut zerrecikleri, en başta reformist-uzlaşmacı sosyalistler tarafından sulanacak, gübrelenecek ve büyütülecekti. Bu çevrelere göre yaşanan, bir “yukarıdan devrim” ya da faşizmin çözülmesi süreciydi.
Din bu dönemde prestij kazandı. Öyle ki, kepazelikte pek çok zirve deneyimine sahip ÖDP, dönem sloganını şöyle belirlemişti: “3M: Marx, Mustafa Kemal, Muhammed”. En sert mücadeleyi veren devrimci çevreler bile kendilerine dinci-gericilerden ittifaklar seçmekle hiçbir sakınca görmüyor, mesela İsrail konsolosluğu önünde AKP bayraklarıyla sosyalist bayraklar, yanyana diziliyordu. Aydın çevreler, islamın demokrat damarında keşiflere çıkıyor, İran’a, Hamas ve Hizbullah’a dizdikleri övgünün, esasında, utangaç bir AKP övgüsü haline gelebildiği gerçeğini gizlemeye çalışıyorlardı.
Emekçi sınıfların en yoksul kesimleri umutsuzlukta debelenirken, diğer kesimi, çatlaklardan sızan küçük umut huzmelerine sarıldılar. Gelecekte işlerin çok daha iyi olacağı vaadine kanıp ev, araba, eşya kredilerine koştular. Her il, hatta ilçelerde açılan, barakadan hallice çakma üniversitelere çocuklarını yollama yarışına katıldılar. Umutsuzlukla umudun bu şekilde yanyana varlık sürdürmesi, kitlesel hareketi de etkiledi. Aydos’ta halk yıkımlara karşı günlerce barikat savaşları verirken, Fikirtepeliler, müteahhit firmalarla en kazançlı anlaşma yapmanın telaşı içindeydiler.
Orantısız Zekanın Prangaları
2013 Gezi’yle başlayan, 2014 Kobani Ayaklanmasıyla yeni bir düzeye ulaşan ayaklanmalar dönemi, kuşkusuz, devrim tarihimizin en şanlı dönemleri olmuştur. Fakat “tam çöküş” olgusunun henüz ortada olmaması, diğer pek çok etkenin yanısıra, o büyük devrimci sıçramayı iktidarın fethine kadar götürmeye engel olmuştur.
Kriz, apaçık bir siyasi devrimci krizdi, ne var ki ekonomik krizin yeterli desteğinden henüz yoksundu. Ekonominin genel gidişatı, önceki dönemlerden, apaçık ayrılan bir şok içinde değildir, tüm sınıfları boydan boya etkileyen bir boyuta henüz varmamıştı: borç para akışında yavaşlama görünmüyordu; krediler yine kepçeyle dağıtılıyordu; krizin emekçilerin gözündeki ana semptomları olan enflasyon faiz ve döviz kuru, kimse için alarm vermiyordu. Gezi döneminde, ayaklanmaları uzaktan izlemeyi seçenlere sorsanız, benzer endişeleri duyabilirdiniz: “Faizler yükselecek, olan bize olacak sonunda!”
Dinde demokrasi damarı arayanların ipliği çoktan pazara çıkmıştı, ama dinci-faşizm açısından karşı-devrim cephesini bir arada tutmakta hâlâ işe yarıyordu: Ayaklanma boyunca “Camide içki” tartışmaları hiç dinmedi. Bu propagandadan ayaklanmacılar da etkilendiler ve dağılan Taksim Komünü yerine, iftar sofraları kurma yarışına en azından göz yumdular. Böylece din, bir anda, devrim ile karşı-devrim cephesi arasında çekiştirilip duran bir kutsallık-sorgulanmazlık kurumu halesi kuşandı. Burjuva sistemin gerici-ayrımcı eğitim sistemi de, ayaklanmacıların öfkeli adımları altında ezilmek yerine, benzer bir konum kazandı. Yüksek kültür ve eğitimin doğurduğuna inanılan “Orantısız Zeka” söylemi, adeta bir ayaklanma mottosu haline geldi. Söylemin doğurduğu ayrımcı sonuç pek az dikkatleri çekti: ancak yüksek kültür ve eğitim sahibi olanlar, geleceği kurma hakkına sahip olurlar. Hepimiz, bu ayrımcı mantıksal sonucun nerelere vardığını gördük. Beşiktaş ve Kadıköy, alenen Bağcılar’ı aşağılıyordu.
Tüm bunlar, en sert devrimci fırtınanın ortasında dahi, hareket içindeki kitlenin bir kısmına, belli bir noktada uzlaşmayı, uysallığı fısıldayan umut çatlakları yaratıyordu. Gezi'nin orantısız zekası, kendi ayaklarına, kırıntı halindeki umutları besleyen prangalar takmaktan kurtulamadı.
Bozkırı Tutuşturan Umutsuzluk...
Pandemiyle birlikte hız kazanan bunalım, işte tüm yönleriyle bir “tam çöküş” adını hak ediyor.
Üretimdeki çöküşü, hiç boşluk ya da istisna tanımadan ilerleyişin içinde gözlüyoruz. Sanayi, bankacılık, ticaret, en zor zamanlarda kurtarıcı rolünü hep oynamış turizm, kent yoksullarının kara günlerdeki destekçisi tarımsal üretim, geçici ve yüzer gezer istihdam deposu niteliğiyle sefaletteki emekçilere nefes borusu olan hizmetler, hepsi bunalım türbülansının pençesinde kıvranıyor. İşsizliğe dair gerçek rakamları kimse kesin olarak bilmiyor. En iyimser tahmin %30, en kötüsü %49 diyor. Böylesi oranlar, bu topraklarda tarihin hiçbir döneminde görülmemiştir.
Ekonomik çöküş, en başta egemen burjuva sınıfın özgüvenini sıfırlıyor; moralleri fena halde bozuk, her gün fabrikalar, borcunu ödeyemediği açıklanan dev holdingler, burjuvazide ne iştah bırakıyor ne de rahat bir uyku. 2001 krizinde de benzer bir özgüven kaybı yaşamışlardı, eğlence mekanlarını “açlar basacak” korkusuyla boş bırakıyorlardı, ama yine de o zaman emperyalizm imdatlarına yetişmişti. Oysa şimdi aynı umudu beslemekten çok uzaktalar. Gelecekte işlerin çok daha kötüye gideceğine ilişkin kanaatleri güçleniyor. Egemen sınıfın içine yuvarlandığı korku, iktidar katlarında pürüzsüz bir paranoya, adeta “cami duvarına pisleme” yarışına dönüşen bir akıl dışılık biçimde yansımasını buluyor. Gerçeklikle bağını koparan dinci-faşist iktidar katından, İkarus’un kanatlarına bindirilmiş her vaat, ya aşağılayıcı bir mizah tufanına ya da öfke fırınına atılan bir oduna dönüşmekten kurtulamıyor.
Emekçi sınıflar nezdinde tam çöküş, hiçbir umuda yer vermeyecek yoğunluk ve ağırlıktadır. Bu sıkışmışlık içinde, eski inançlarını, tutum ve davranışlarını gözden geçirmek zorunda kalıyorlar. Onlar için bundan böyle, ceplerinde taşıdıkları kredi kartları, bir şeyleri uç uca getirme aracı değildir, ama açlığı ve her şeyi kaybetme tehdidi içeren bir icra takip senedidir. Artık, asla ödeme gücüne ulaşamayacakları borçlar biriktirmekte olduklarını pekala biliyorlar. Başlı başına bu durum bile, en başta genç emekçi yığınları, bir gelecek tasavvurundan ve umudundan tümüyle mahrum bırakıyor.
Eğitimin belli bir statü sağlayacağına dair umutlar, hiç bu denli tükenmemişti. “Orantısız zeka”nın umduğu liyakatin yerine, körü körüne bir biat, o da yetmez, kör kütük bir cehaletin geçtiğini, en iyi gençlik kavrıyor. Genç emekçiler için eğitim, boşa harcanmış zaman ve çabadan ibaret. Ve nihayet, pandemiyle beraber eğitim yeni bir iticilik kazandı: hastalık ve ölümün yayıldığı mekanlar. Ebeveynler çocuklarını okullara umutla değil korkuyla yolluyorlar.
Eğitimin yanı sıra, pandeminin çökerttiği bir başka kurum, sağlık sistemi oldu. Dinci-faşizm, elbette hazineden yandaşlara aktarılacak rant uğruna, nüfusun büyük bölümünü en azından acil servis kapılarından döndürmeyen bir sağlık düzeneği kurmuştu. Oysa şimdi, bu sağlık düzeneği, halkın çoğunluğunu salgının ve ölümün pençesine terk ediyor. Yani pek çok açıdan işler tersine döndü. Eğitim ve sağlık, emekçiler için, günü ve geleceği kurtaracak manivela değil, artık açık bir tehlikenin yarattığı endişelerin kaynağıdır.
Çöküşten en çok payını alanlardan birisi, kuşkusuz, tekelci basındır. Henüz Gezi Ayaklanmasında, isyana sayfalarca güzellemeler yapmaktan geri kalmayan bir basın vardı; elbette amaç, burjuva sınıfın bilinen kamuoyu yönlendirme tekniklerini hayata geçirmekti. Ve böyle bir yönlendirme gücüne, belli ölçülerde o zamanlar sahip bulunuyorlardı. Şimdi tümüyle tükendiler. Kamuoyu yaratma gücü, sosyal-medyanın yani bizzat kitlelerin eline geçti. Herhangi bir haksızlığa, şiddete maruz kalanlar, seslerini burjuva basında değil, sosyal medyada duyurmanın çok daha etkili sonuçlar doğuracağını biliyorlar. Tekelci basının yuvarlandığı bu çöküş, tekelci sınıfın elindeki en yaygın ideolojik aygıtlardan birini etkisiz kıldı. Boş vaatlerle, şişirilmiş umutlarla propaganda eden bir kaynaktan mahrum kaldılar. Bu da, emekçi sınıfları saran umutsuzlukta bir gedik açma şansını yok ediyor.
Dinsel propagandanın güç kaybetmesi öylesine açıktır ki, üzerinde detaylıca durmaya bile gerek yok. Son günlerin iki olayı durumu açıklamaya yeter. Birincisi, GATA gibi kritik bir görevde, yıllardır adım adım kollanarak yükseltilmiş bir elemanlarını, dinci-faşizm, sosyal-medyada yükselen öfkenin önünü kesebilmek için, iki günde harcamak zorunda kaldı. Ve ikincisi yapılan bir anketten çıkan çarpıcı sonuçtur... Gerici burjuva sınıf, tarihi boyunca “%99 müslüman” diye böbürlendikleri Türkiye’de, halkın yalnızca %11’inin cemaat ve tarikatların kapanmasını istemediği gerçeğiyle şok oldu.
Manzaranın az çok tamamını dile getirmeye çalıştık. Bunun emekçi kitleler üzerindeki etkisi, elbette, çöküşün kendisi kadar somuttur: Umudunu tüketmiş, bırakalım gelecek üzerine planlar kurmayı, günü kurtarmaya bile gücü yetmeyen kitleler... Yüz yüze eğitimin ilk gününde bir öğretmenin yazdığı mesaj, bu açıdan çok anlamlı: “En iyi öğrencilerimin bile yüzünde, mutsuzluk ve umutsuzluk var.”
Bir devrim çocukların açlık çığlıklarından, umutsuz ve donuk gözbebeklerinde patlar. İşler bu noktaya gelmişse, artık hiçbir uysallık çağrısı, acıyı bal eyleme vaazları, geleceğin daha güzel olacağına dair fantastik müjdeler, öfkeyi demir gibi eriten umutsuzluk körüğünde bir delik açamaz. Halkları gerçek bir devrime götüren çılgınca atılımlar, işte böyle, her karışı suya hasret bozkırlarda tutuşur.
Sistemin yarattığı umutsuzluk, devrim umudunun boy attığı asıl topraktır.
Umut Çakır