Emekçiler için korkunç bir cendere, öyle ki çığlıklar artık birbirine karışıyor. Bir yanda açlık ve işsizlik, öbür yanda hastalık ve ölüm. Pişkin ve umursamaz bu iktidara rağmen, emekçiler en yakıcı gerçekleri, evlerinin içine dek sokulan ölüm ve açlıktan biliyorlar; insanlar adeta karıncalar gibi kırılıyor.
Salgın, Nazilerin yıldırım taburları misali her yere saldırıyor; yarım yamalak tedbirleri tanımıyor, kimsenin kendini kandırmasına şans tanımıyor, kapitalist sistemin alışkanlık haline getirdiği “kendi bacağından asılan koyun” anlayışını yerle bir ediyor. İnsanlık “ya hep beraber ya hiç birimiz” sözünün gerçek içeriğini, çok pahalı bir bedel ödeyerek kavrıyor. Bedeli ağır dersler kalıcı olur. Pandemi dünya emekçi sınıflarını çok derin etkiler yaratarak sarsmaya devam ediyor.
Gelişmeleri yıldırım hızına taşıyan pandemi karşısında işçi sınıfı, ilk başta bir bocalamaya girdi. Bir yanda hastalık, öbür yanda işsizlik cenderesini en çok bu sınıf hissetti, yaşadı. Uzunca bir süre, hastalığa değil, işsizliğe odaklandılar. Bu bir kendi sınıf varlığını koruma refleksiydi ve sınıf tutumu olarak nesnel bir gerçekliğe karşılık geliyordu. Fakat, gelinen noktada, anlaşılmıştır ki, ne tek başına işsizlikle ne de tek başına hastalıkla mücadele, işçi sınıfını ve emekçi toplumu korumaya yeter.
Proletaryanın “önce işsizlik sorunu” demesinin, nesnel olduğu kadar, pratik bir temeli var. yakın zamana dek, işçi sınıfının her bölüğünden yükselen çığlık işsizlik ve açlık üzerineydi. Özellikle öncü işçiler, bu çığlıkları birleştirmenin önemini biliyorlar. Sadece işçi saflarında değil, küçük mülk sahiplerinden de aynı çığlık yükseliyordu. Ama yıldırım hızındaki salgın bu güçlü çığlıklara eşlik eden, benzer güçte haykırışını doğurmakta gecikmedi: Karıncalar gibi ölüyoruz!
Bir toplum, açlık ve ölüm haykırışlarıyla inlemeye, çınlamaya başladıysa, orada artık, proletaryanın stratejik kavrayışı, sınıf politikasını ele geçirmeye başlar. Sınıf bilincine sahip her işçi bilir ki, tüm insanlığı kurtarmaya girişmeden, proletarya kendini gerçek kurtuluşa taşıyamaz. Ama bunun koşullarının oluşması tarihsel bir süreçtir ve o zamana dek proletarya kendi birliğini korumaya, saflarını sıkılaştırmaya odaklanır.
Proleter sınıf hareketinin tarihsel gelişimi, uzun dönemde, böyle belirgin evreler gösterir. Gerçek insanal kurtuluş koşullarının olgunlaşması, ezici çoğunluğun, yaşamsal bir tehlike karşısında, aynı sıra düzenine geçmesiyle kendini açığa vurur. Bu, kimi zaman bir savaştır, kimi zaman tüm sınıfları istisnasız yerinden eden ekonomik çöküştür. Devrim öncesi Rusya’da emperyalist savaş, Çin’de işgal ve kıtlıklar, Vietnam’da emperyalist vahşet, Küba’da zayıf tabanlı kanlı bir diktatörlük olmasaydı, devrimci proletarya, emekçileri kendi öz varlık koşullarıyla ördükleri kozadan çıkartıp, proleter öncünün peşine takamazdı. Burada devreye giren, stratejik kavrayıştır.
Proletarya, özellikle devrimci ve örgütlü proletarya, en gelişkin demokratik kurallara sahip ülkelerde bile, okyanusta bir damladır. Ama koca okyanusu kendi gemisinin dümen suyunda sürüklemek, stratejik kavrayış gerektirir. Bu da, nüfusun ezici çoğunluğunu, yani tüm ezilen sınıfları ve toplulukları, aynı eylem hattında, aynı hedef için bir araya getirebilme becerisi ve yetkinliği yaratır.
Türkiye ve Kürdistan proletaryasının işsizliğe karşı mücadeleye odaklanması, kendi birliğini sağlamak açısından önemlidir kuşkusuz, ama stratejik bir hamle değildir. Bir sınıf ne zaman ki, bakış açısını kendi varlık koşullarına odaklanmaktan çekip çıkarır ve tüm diğer ezilen sınıflara kaydırırsa; tüm farklı çıkarlara, farklı bilinç ve mücadele kapasitesine rağmen, herkesi birleştirecek bir eylem hedefi belirlerse, işte o zaman stratejik kavrayış ve hamle gerçekleşiyor demektir.
İçinde bulunduğumuz koşullar, stratejik bir kavrayış, tutum ve hareket için uygun mudur? Bu sorunun cevabı, kesinlikle uygundur. Ekonomik çöküşle birleşerek, açlık ve ölüm taşıyan bir tsunami yaratan pandemi, istisnasız tüm çalışan sınıfları yaşamsal bir tehditle karşı karşıya bırakıyor: Bunun etkisi, en çok bir dünya savaşıyla karşılaştırılabilir. Çıkarları farklı olsa da, sanayi proletaryası, esnaf ve sanatkarlar, küçük mülk sahibi sınıflar, köylüler, işsizler, toplamda ezici bir çoğunluk, açlık ve ölümü duyuran haykırışlarının, mevcut iktidar tarafından hiçbir şekilde dikkate alınmadığını görüyor. Virüs kadar tehlikeli bu iktidardan, bu sınıf egemenliğinden kurtulmanın gerekliliğine inanmaya başladılar.
Salgın, en büyük fabrikalarda, en yoğun nüfuslu emekçi semtlerinde biçerdöver misali can yakıyor. Bu yüzden, salgın dönemi boyunca, sınıfın işsizlik sorununa odaklanan sınıf örgütleri ve sendikalar, son zamanlarda, pandemi meselesini ön plana çıkarmaya başladılar. Fakat ortada büyük bir sorun var. Salgına karşı kapanma çağrıları yapan sendikalar, bunu iktidardan bir beklentiye ve basit bir tedbire çeviriyorlar. Oysa, stratejik kavrayışta kapanma, bir tedbir değil, bir eylem olarak ele alınmalıdır. Emekçi sınıflarda korku ve öfke bir arada. Tedbir, korkuyu; eylem, öfkeyi harekete geçirir.
Tekelci sermayenin büyük çıkarları adına dinci faşizm, kitle bağışıklığı politikasına sıkı sıkıya bağlıdır. Yani, bağışıklığı düşük olanlar, çalışamayan yaşlı ve emekçiler, kronik hastalar; kısaca, kapitalist sömürü düzenine “yük” olan kim varsa, hepsini karıncalar gibi tsunaminin altında yok etmek. Geriye kalan, genç, bağışıklığı güçlü, yani en acımasız emek koşularında bile kolayca hastalanmayan bir emek gücünü, yaygın işsizlik cehenneminde kölece işe zorlamak. Hedef bu. Dinci faşist iktidarın sözcüleri bunu defalarca ifade ettiler: Çarklar durmayacak, tedarik zinciri kopmayacak! Böylece, pandemi sonrası dünyanın en ucuz, en cehennemi koşullara mahkum emek gücünü emperyalist pazarların hizmetine sunabilecekler. Çökmekte olan sistemin çıkışını burada görüyorlar, ancak bu koşullarda kapitalizmin ayakta kalabileceğini pekala biliyorlar. Onlar için kitle bağışıklığı, hastalıktan kurtulma değil, emekçileri kölece koşullara razı etme fırsatıdır. Tekelci sermayenin bu konuda başka şansı yok. O yüzden, sendikacılar, emek örgütleri, halk ve işçiler, ne denli yüksek sesle “kapanma tedbiri” isteseler de, sonuç değişmeyecek. Göz boyama tedbirlerle, kitle bağışıklığı ve emek kırımı devam edecek.
Öyleyse tedbiri eyleme çevirmek zamanıdır. Halkın en az %84’ü bir tam kapanmadan yana, sadece %9’u buna karşı. Yani stratejik bir hamlenin sonuç elde edebileceği, olgun bir ortam var. En geniş emekçi kesimlerin tam ve kesin tutumu, taraflılığı...
Emekçiler, bir yanda işsizlik, açlık; diğer yanda salgın hastalık cenderesini, her iki ölümcül yola emekçileri zorlayan tekelci egemenliğe yönelerek kırabilirler. Emekçilerin “Artık yeter, iş başa düştü!” diyecekleri o an, hiç de uzak değil. Fakat o anın gelmesini ellerimizi kavuşturup ya da salt kendi sorunlarımıza odaklanarak bekleyecek olursak, tsunami bizi de yutar, açlık ve hastalığın kırıma uğrattığı kitleler, yüreklerini kavuran öfkeyi, ya amaçsız bir şiddetle yatıştırmaya girişirler, ya da zehirlerini satmaya hazır gerici faşist ideolojilerin kuklası olurlar. Devrimci proletaryanın tarihsel gelişime müdahale edeceği bir an varsa eğer, işte tam o noktadayız.
Bu tarihsel müdahale, tahminleri -ya da klasik güç hesaplarını- aşan sonuçlar doğurmaya muktedirdir. Korkunun ecele faydası yok sözünün acı bir gerçeklik halini aldığı günlerden geçiyoruz. İşsizlikten korkmak, emekçiyi ne hastalıktan ne de açlıktan koruyor. Hastalıktan korkup tedbirli davranışa sürüklenmek, açlığı büyütüyor ve hastalığın önüne geçmekte yetersiz kalıyor. Cenderenin boşluğu yok, kaçış yok, manevra alanı yok.
Peki kapanma nasıl eylem haline dönüşebilir? Öncelikle, hedef hastalık değil, ama salgını hızlandıran dinci faşist iktidarı hedef alan bir politik eylem olarak ortaya konmalıdır. Eylem olarak kapanma, halk kitlelerinin kendi kaderini eline alması, bu amaçla yaygın örgütlenmesi, birleşmesi ve dayanışma ağlarını örmesi ile politik bir eylem karakteri kazanır. Ve hastalığı yenmek, bu eylemin sadece yan getirisidir, yine de böyle bir sonuç, kitleleri, işsizlik ve açlığı yayan asıl merkeze, tekelci sermayeye yönlendirecek güç, moral ve cüret yaratacaktır.
Çağrı basit: Önce ciğerlerimizde taşıdığımız katili, sonra üzerimizde taşıdığımız sömürücü keneleri yok edeceğiz. Hastalık üzerinde zaferini ilan eden kapanma eylemi; fabrikalara, bankalara, siyasi iktidara yönelecek hareketin son genel provası olacaktır.
Son provayı hazırlayalım, hem de hiç gecikmeden.
Umut Çakır