İçerde ve dışarda gelişen bir dizi olay, dinci-faşizmin iktidarı yürütme koşullarını hızla kaybettiğini, bu kaybı telafi etmesi beklenen olağanüstü baskı mekanizmasının artık işe yaramadığını; herhangi bir devrimci atılımın karşısında fazla direnç gösteremeyeceğini farkeden hükümetin adeta "benden sonra tufan" kayıtsızlığı sergilediğini ve her şeyi bırakıp kaçabilecek şekilde hazırlık yürüttüğünü akla getiriyor.
I
Dış gelişmelerin başında, Suriye'deki durum var. Trump ve Putin, Rojava'ya bir statü kazandıracak anlaşmayı yaptılar. Bunu duyan RTE, soluğu Soçi'de aldı. Uçağa binerken önceki kostaklanmasıyla, Putin’in yanındaki konuşma arasındaki uçurum, baş döndüren cinstendi. İnsan merak ediyor: Putin’in elinde ne var? 15 Temmuz'a dair gerçekler, ya da IŞİD'le girişilen işler, her ne ise, RTE'yi dakikalar içinde ikna etmeye yetmiş.
Meseleyi dinci-faşizm açısından korkutucu kılan birden fazla sebep var. Rusya ve ABD, Ankara'nın "Beka sorunu" ilan ettiği bir konuda onu kaele bile almadılar. Dinci-faşist hükümeti tümüyle görmezden gelen bu tutum, TC'nin Ortadoğu hesaplarını kapatıyor. Oysa, o hesap açık olduğu sürece, efendilerinden cömert ve hoşgörülü destekler bulmakta zorlanmamıştı. Diğer taraftan, bölgede kazanan taraf Rusya, koşullara boyun eğen ABD'dir. Washington bu sahadaki kaybın sorumlusu olarak Saray ve şürekâsını görüyor.
New York'da devam eden Rıza Sarraf davası, bu noktada devreye giriyor. Yakın zamana dek ABD, bu davayı, Ankara bölgede kendine uygun bir politik hat izlesin diye, şantaj amacıyla kullandı. Şimdiden sonra cezalandırma amaçlı bir soruşturmaya dönüştü. Son kez bir pazarlık umuduyla, Washington parklarında randevu bekleyen Binali'yi, cebine bir ültimatom koyup geri yolladılar.
II
İçerideki bir dizi başka gelişme, sadece dinci-faşizmin değil, ona dayanak teşkil eden tekelci sermayenin geleceğini tümüyle karartacak denli önemli.
En başta ekonomi, gizlenmesi gayrı olanaksız bir çöküş trendine oturdu. Aynı anda döviz, faiz, enflasyon, işsizlik ve pahalılık, dik bir eğri çizmeye başladılar. Bu tabloyu en son 2001'den hatırlayan milyonlarca emekçi için, o zamandan çok daha ciddi alarm zilleri çalmaya başladı. Emekçiler, geçen yıllarda, yirmi kattan daha fazla borca battılar. Çöküş çizgileri belirginleştikçe, sıcak para diye anılan dış kaynaklı kredi paralar, fırsatını buldukça soluğu dışarıda alıyor. AKP için hayati önemde bir sorun. Şöyle ifade edersek abartı sayılmamalı: AKP, sıcak para akışı sürdükçe iktidarda kalabildi, sıcak parayla birlikte gidecek.
Çivisi iyiden iyiye çıkan ekonomi, sınıflar mücadelesini de nihai bir hesaplaşma yönünde kışkırtıyor. Emekçi sınıfların önemli bir kısmını, kararlı bir kavgadan uzak tutan etmenlerden birisi, %60'ları geçen borçluluk oranıdır. Faizler düşük kaldıkça ve sıcak para akımı sürdükçe, borçlanarak yaşam mümkün. Ama, içeride herhangi bir karışıklık faizleri yükseltir; bu nedenle borçlu emekçiler kendi ayaklarına kurşun sıkmaktansa, dişlerini sıkıp biraz daha dayanmayı tercih ettiler. Şimdilerde tercih şansları yok oluyor.
Ekonomide kararan bulutlar, devletin istihbarat raporlarına "yeni bir Gezi" beklentisi biçiminde yansıyor. Bunu görmek için istihbarat raporlarına gerek yok. İşçi sınıfı ve emekçi kesimlerin kaynaşma, öfke birikimi, yüzeye vuruyor. Beş ilde birden ayağa kalkan saya işçilerini, "Hükümet istifa!" sloganları ile AKP binasını ablukaya alan tütüncüler izledi. Aynı kaynaşan öfkeyle fındık ve kayısı ağaçlarını kesenler çoğalıyor. "Bu daha başlangıç, mücadeleye devam" sloganıyla Gezi'yi hatırlatan Zonguldak maden işçileri, hepsi, OHAL'in kalın duvarlarında, hükümetin kanını donduran gedikler açıyor. En ağır baskı koşulları altında cesaretle öne çıkanların, milyonların ayaklanmasında oynadıkları roller, tarihten biliniyor.
III
Dinci-faşizm ne içeride ne de dışarıda, onu bir uçuruma doğru sürükleyen gelişmeleri durdurabilecek güçte değil. Kan kaybını önleyemeyen iktidar, son zamanlarda adeta "Benden sonra tufan" kayıtsızlığıyla hareket etmeye başladı.
Hazine, gerekçesi belli olmayan oranlarda, muazzam borçlanmalara girdi. Merkez Bankası, durduk yerde, piyasalardan altın toplamaya başladı. Bunlar, zaten bozulan ekonominin göstergelerini daha da kötüleştiriyor. En dikkat çeken gelişme, tüm belediye rantlarına merkezi yürütme erkinin el koyması girişimidir. Onlarca milyarlık rantı, merkeze bağlayan adımlar, Topbaş ve Gökçek gibi ağır topların istifasına neden oldu. Onbeş yıllık hükümetleri boyunca dinci-faşizm, toplumun en yoksul kesimlerini, belediyecilik üzerinden kontrol altına alabilmişti. Dinci-faşizmin, kendi tabanı ile kurduğu ilişkinin ana manivelası bu belediyelerdi. Şimdi belediye gelirleri, yandaş sermaye tekellerinin kasaları biran önce dolsun diye, merkeze bağlandı.
Bu alelacele adımların dahası da var; bir yanda geniş kesimlerin açıktan tepkisini çeken fahiş vergi zamları, diğer yanda bütçe ve hazineyi talan eden akıl almaz devlet ihaleleri, banka kredilerine hazine garantisini sunan fonun kalıcılaşması, bankacılara enflasyon %15 çıkmışken tek haneli faiz dayatması... Hepsi şuna işaret ediyor: Dinci-faşizm, ekonomik çöküşü hızlandırma pahasına, kendine yakın tekellerin kasasını alelacele doldurma peşinde. Zamana karşı bir yarış. Çünkü, Wall Street Journal'ın haberine göre, Türkiye ekonomisi, madenlerdeki kanaryadan farklı değil.
Bütün bunlar, bir sonraki seçimi kazanmaya hazırlanan bir hükümet partisinin görüntüsüne hiç uymuyor. bu noktada akla iki olasılık geliyor: Ya seçimlerde çevirecekleri hile-hurdaya fazlasıyla güveniyorlar, ya da çıkıp gitmeden önce oteldeki eşyaları bavuluna tıkıştıran turist gibi davranıyorlar.
Eldeki bütün imkanlara rağmen, seçimleri gözden ırak manipüle etmenin belli bir sınırı var. Bu kadar kan kaybından sonra ancak, bir ayaklanmayı kışkırtacak denli açıktan, kör parmağım gözüne cinsinden bir manipülasyon, dinci-faşizmi bir seçimden galip çıkarabilir. Ekonomi bu denli çöküş sürecindeyse, halkın büyük çoğunluğu geleceği bugünden daha karanlık görüyorsa, her hileli seçim, topyekün bir ayaklanmanın en geçerli bahanesi halini alır. Üstelik, daha şimdiden boykot tutumunu benimseyen çok geniş bir devrimci kitlenin, böyle bir ayaklanmayı ateşleyecek, sürükleyecek güç ve azmi oluşturması hiç de ihtimal dışı sayılmamalı.
Öyleyse, seçimleri erteledikçe, kaçıp gitmeye hazırlandıklarını düşünmemiz için yeterince sebep var. Zaman dinci-faşizmin aleyhine işliyor. Proleter öncü, devrimci kitleler arasında şu kanaatin kesinleşmesi için var gücüyle çalışmalıdır: Sınıf dengeleri öyle bir noktada ki, devrimci kitlelerin her ileri atılımı, gücünü aşan çok büyük sonuçlar doğurmaya adaydır. Küçük çaplı dahi olsa, kitlelerin cüretli bir çıkışı, hiç olmadığı denli sonuç elde etmeye yatkındır. Dinci-faşizm şimdi kendi eliyle kendi altını boşaltıyor, tabandaki her kıpırdanış, tepeden büyük taşların yuvarlanmasına vesile oluyor.
Proletarya, görünürde her şeyin pek umutsuz, en geniş yığınların pek sessiz durduğu bu ortamda, görüntünün ardındaki büyük fırsatları değerlendirebilmek için, cesaret ve cüretle ileri atılmalı. Yoksa, ortaya çıkması çok büyük olasılık olan karmaşadan, iktidar dışında her tür ıvır-zıvırı talep eden hak-hukukçular yararlanırlar. Gelişmeler ne denli devrimci olursa olsun, proleter öncünün yokluğunda, işler yine döner dolaşır, küçük-burjuva uzlaşmacıların düşünsel tarlasını sular. Çünkü o düşünceler, eğitim ve bin bir türlü yolla emekçilere bulaştırılan egemen burjuva ideolojiye, geleneksel fikirlere, önyargı ve darkalıplara dayanır.
Dinci-faşizmi her an kaçıp gitmeye hazır biçimde diken üzerinde tutan devrimci koşullar, proleter öncünün omuzlarındaki yükü azaltmıyor, tersine kat be kat çoğaltıyor.
Umut Çakır