Hepsini saklayabilirler; işsizliği,enflasyonu, kirli mafya pazarlıklarını, çürümüş cemaatlerinin (hem sosyetik, hem dini) diz boyu kepazeliklerini.
Ama açlığı, işte onu saklayamazlar. O, yüreklere dehşet salan çığlığıyla boynu saran suskunluk ipini parçalar. Şimdilerde, gazete manşetlerine taşınan, sokak röportajlarında sık sık dile getirilen cümleler şöyle: “Yaşamak ölümden beter! Bir canımız kaldı, onu da alsınlar!” Bu sözlerde mağduriyet yok, yalvarma yok, şikayet hiç yok, doğrudan isyan var, öfke var, ölümüne bir kararlılık var. Bu çığlığın saldığı dehşet duygusu, ‘pudra şekeriyle bi trilyon’ olmaz sermayenin beyninde çınlıyor.
Bu dehşetli duygunun psikolojik ya da sosyolojik bir tarifi yok, çünkü sosyolojinin de, psikolojinin de tükendiği sınırdadır. Politikanın yüksek ve karmaşık sorunlarına dair pek seçkin dilden izler de bulunmaz o çığlıkta; basit, dupduru ve yalındır. Eskiye ait her şeyi çözer, ayrıştırır ve rayından çıkartır, herkesi yepyeni bir tutum almaya zorlar. Bu çığlık devrimci politikadaki yankısı, aynı duruluk, yalınlıkta eskiye dair ne varsa hedefine koyan bir kararlılıkta olmalıdır. Eğer on milyonlar hep birlikte çılgınca bir atılıma girişeceklerse, işte bu çığlıklar eşliğinde yapacaklar bunu.
Bu topraklarda devrimin elli yılı aşan uzun tarihi boyunca, nice çatışmalardan geçildi, mücadelenin her alanında her araç, her yöntem denendi. Pek az ülkeye nasip olan alabildiğine zengin bir devrimci deneyim sahibiyiz. Ama ilk defa karşılaşacağız bu topraklarda topyekun bir açlık ayaklanmasına. Başka yerlerde çok oldu, yakın zamanda Haiti’de, Latin ülkelerinde, Afrika’da. Oralardan biliyoruz bir açlık ayaklanmasında nelerin yaşanabileceğini. Bu topraklarda ilk kez geçeceğimiz bu deneyim, elbette pek çokları için çok şaşırtıcı, kimi zaman epey kafa karıştırıcı olacaktır. Çünkü açlığın öfkesi, ip gibi dizilmiş görseli bol kortejlerde değil, kaos benzeri her şeyi yakıp geçen yangınlarla dile gelir, dizginsiz kör bir şiddetle... Devrim, önünü arkasını düşünmeden çoğu kez hedefini şaşırmış bu öfkenin, politik içeriğini sözle, görselle, sloganla, pankartla değil, doğrudan eylemle ifade ettiği için, hemen anlaşılamayacak bir karmaşada yaşanacaktır. Proleter devrimciler buna şimdiden hazır olmalılar. Kim bilir daha nelere şahit olacağız... Her keskin dönemeçte, köşelerine çekilenlerin çokluğuna, özel mülkiyetin kutsallığı önünde secdeye varanların “provokasyon” çığlıklarına, ikiyüzlü burjuva ahlak kurallarının kupkuru vaazlarıyla dolu kınama bildirilerine, açların öfkesinden dehşete düşen tuzu kuruların, daha dün kavga ettikleri faşist kurumlara “düzen, istikrar” böğürtüleri eşliğinde sarılmalarına... At izinin it izine karışacağı günlerdir bunlar.
Öyleyse daha önce yaşanmamış bir deneyimin yaratacağı büyük politik değişime tüm yönlerden hazır olalım. Provokasyon çığlıklarına, karmaşa-kaos şikayetlerine ahlaki vaazlara, dün bizimle omuz omuzayken, bugün karşımıza geçenlere... Tüm bu zavallı çırpınışlara karşı anında, tereddütsüz, falsosuz, pürüzsüz her cevap, karmakarışık bu açlık isyanının amaç ve hedefini netleştirecek bir politik çerçeve oluşturacaktır. Uygarlığı çöken bir kapitalizm altında, yalnızca proleter sınıf ve yalnızca proleter devrimci politika, açlık isyanlarına, gerçek politik içeriğini kazandırabilir ve onu toplumsal devrime taşıyabilir.
Bu iddiayı öne sürerken, yalnızca teorik ya da tarihsel varsayımlardan hareket etmiyoruz, ama en yeni, en canlı olgulara dayanıyoruz. Kasım ayının son haftasında, bir gecede onlarca kente yayılan, çoğu kendiliğinden patlak veren eylem dalgasına bir bakalım. Bazı yerlerde eylemler, sefil reformizmin sefil temsilcilerinin yaptığı çağrılarla gerçekleşti. Ama hareket, daha ilk adımında çağrıcılarını aşan bir şiar seçmişti kendine: Hükümet İstifa, İktidar Halka! İktidarıyla muhalefetiyle burjuva kampın tüm temsilcileri gece yarısı acil toplantılar yaptılar. MGK sopanın ucunu gösterdi. “Faili meçhuller kraliçesi” olmakla övünen Akşener, derin devlet refleksiyle “sokaklara çıkmayın” çağrısı yaptı. CHP önce aynı çağrıya sahip çıktı, fakat sonra tümden oyun dışında kalmamak adına, bir dizi miting kararı aldı. Böylece CHP, “İktidar Halka!” hedefiyle yola koyulan bu hareketin korkusuyla biriken sefil reformistlere rahatlarını bozmadan yürünebilecek bir patika açmış oldu. Kasım ayının son haftasını sallayan eylemlerin çağrıcıları, böyle kabuklarına çekildiler.
Kasım ayı eylem dalgasının içinde, henüz gerçekten açlık çekenler değil, ama onlar adına konuşanlar vardı, sokaklardaki belirleyici çoğunluk, en alttan yükselip her şeyi küle çevirecek bir isyanın tedirginliğiyle “işleri düzene sokma” heveslisi kesimlerdi. Doğrudan açlığın isyanı değildi, çünkü o yağma olaylarıyla servete karşı dizginsiz öfkeyle, ateşe verilmiş lüks araba ve mağazalarla kendini belli eder. Gezi benzeri bir hareket bekleyenler iş başındaydı; nefret duydukları dinci-faşizmin toplumda iyice azınlığa düştüğünü anketlerden öğrenmişlerdi ya, birincinin kopyası ikinci bir Gezi’nin bu kez daha kolay zafere ulaşacağını tahmin ediyorlardı. Ama daha ilk adımda, birincinin kopyası değil, iktidar halka şiarıyla yükselen bir dalgayla karşılaştılar. Hedefi çok daha ileri, politik çerçevesi daha net bir hareket, Gezi benzeri bir yaygın ve ani patlayışla ilerleyemez. Çünkü ortada, herkesin dolaysız kabul edebileceği “masumiyette” bir genel bahane değil, daha baştan sonuçları ağır olacağı belli bir politik şiar bulunuyordu.
Kasım ayındaki eylem dalgasının sınıfsal zeminini daha iyi kavrayabilmek için, kimi uzmanların “büyük yer değiştirme” diye tanımladıkları olgulara bakmak gerekir. Çok uzun yıllardır, emekçi sınıflar arasında, geçim standartlarınca belirlenen bir ayrım çizgisi bulunuyordu: Açlık sınırında çırpınıp duranlar ile yoksulluk sınırı çevresinde dolanıp duranlar. Bilimsel incelikten yoksun kaba bir ayrım olsa da, sıradan yaşamı içindeki emekçi kesimlerin birbirlerine karşı tutumlarını etkileyen bir çizgi oluşturuyordu. Birinciler ikincilere “tuzu kurular” gözüyle baktı: İkinciler birincilere “cahil, vasıfsız, bir torba kömüre satın alınanlar” gözüyle... Ucuzcu marketlerin kalitesiz ürünleri birinciler içindi, diğerleri ise ucuzluğu, turizm paketlerine, marka ürünlerin büyük indirim günlerine saklıyordu. Son iki yılda her şey değişti. Artık ucuzcu market sıralarını ikinci gruptakiler işgal ederken, birinci grubun halk ekmek kuyruğundaki görüntüleri kilometrelere yayıldı. Bir zamanların tuzu kuruları -ki sanayi proletaryasının bir kısmı da bu gruba dahildir- bir anda kendilerini açlık sınırının kıyısında buldular. Ama hiç olmazsa karınları doyuyordu, buna da şükür diyebilirlerdi ki, ucuzcu market raflarını bile zıplatan fiyat artışları, açlığın tedirginliğini idare edilemez boyutlara taşımaya yetti. Kasım eylemleri, bu “büyük yer değiştirme” ortamında filizlendi.
Eylem dalgasının bir anda kentlere yayıldığı gece acil toplanan CHP, yükselen öfkeyi kendi kendinde boğmak amacıyla miting kararları aldı. Mersin’de beklenenin üzerinde bir kitle toplandı. Meydanın tek ağızdan ısrarla haykırdığı slogan, başlayan eylem dalgasının sloganıydı: “Hükümet İstifa” Kılıçdaroğlu kürsüden sloganı susturmak için çırpınıp durdu, seçimleri işaret etti. Fakat kitle, sloganı haykırmayı sürdürdü. Açlığın seçimi bekleyecek sabrı mı kaldı? Kitle, CHP’nin sözlerini dinlemeye gelmemişti, onlar mitingi “Hükümet İstifa!” sloganıyla yeri göğü inletmek için kullandılar. Ve kullanmaya devam edecekler.
Kabaran dalganın karşı-devrim saflarında yarattığı panik, görülmeye değer. Büyük yer değiştirme’nin yaşandığı 2021’de, dinci-faşizmin kitle desteği “kemik oylara” dek erimişti. Bir adım sonrası, kemik destekçi kitle için, bozgunun başladığı noktadır. Birbirini tanıyan, birbirine yaslanan ve sabah akşam birbirine gaz veren bu kesimin içindeki her hangi bir erime, panik ruh halini bozguna çevirecektir. Yakın zamana dek dinci-faşizm, destekçilerinin erimesinden fazla kaygı duymadı, ama şimdi başlayacak bozgunu durduramamaktan korkuyor. Önünde iki yol var. Birinci yol, destekçilerine moral verecek bir hikaye ortaya atmak. Bunu “yeni ekonomik model” safsatasıyla denemeye kalktılar, fakat yeni hikayenin ana motifinin, en acı, IMF reçetesinden bile berbat olduğu hemen anlaşıldı. Geriye tek bir yol kaldı. Kemik tabanı, seçimleri kaybetse bile iktidarı bırakmayacağına ikna etmek. Kimi zaman imalı ifadelerle bunu ilan etse bile, bu kadarı bozgunu önlemeye yetmez. Bu nedenle dinci-faşizm, seçimle iktidarı devretmeyeceğini resmen ve güçlü bir biçimde ilan etmek zorunluluğuyla karşı karşıyadır.
Çok tehlikeli bir oyundur bu, sermaye egemenliği için. Milyarlık sermayeleri içerde olan emperyalist efendiler, dinci-faşizmin eninde sonunda bu adımı atacağını biliyorlar. New York Times, Financial Times gibi yayınlar konuyu açıktan tartışıyorlar. Seçimler, bu emperyalist efendilerin umurunda değil; ama halkın bu kesimin şimdiden “istifa!” sloganları ile yollara döküldüğü bir yerde, seçim sonuçlarını tanımayacağını ilan eden bir iktidarın nasıl bir devrim dalgasına yol vereceğini az çok tahmin ediyorlar. Foreign Policy, ki ABD finans oligarşisinin ‘devletlu’ sözcüleridir, bu durumu “Başka bir şey gündeme gelebilir” diyerek ifşa ediyor. Dinci faşizmin bu adımı, bir anda, öfke dolu on milyonları, istifa sloganının arkasında sıraya dizecektir. Hükümeti seçimle değil, sokaklarda zor yoluyla devirmeye odaklanmış bir hareketin adı, dünyanın her yerinde aynıdır: Devrim. Bu saatten sonra kimse, “bedel ödemeye korkan bu halk, nasıl böyle kararlı bir adım atabilir?” şüphesine kapılmasın. Gazete manşetine taşınan “ölümden beter” çığlıkları böyle şüpheleri yok etmeye yeter.
Ölümüne bir kararlılık, gözü karalık ve hesapsız şiddet dolu duygularla taşan bir halk hareketi, ancak ve ancak, “devrimci halk iktidarı” şiarı altında kendi yolunu ve biçimini bulabilir. Daha azına razı olanlar, her fırsatta Leninistlere “amansız bir devrim programı öneriyorsunuz” diye karşı çıkanlar, artık şunu bilsinler, Devrimci politika yapmanın minimum koşulu ve yeni çerçevesi, devrimci halk iktidarı şiarıdır. Nihayet, soyut bir tartışma ya da bir öngörü olarak değil, somut ve acil bir sorun olarak, halk hareketinin önüne koyduğu temel sorun budur.
Ya aç kitlelerin her şeyi yakıp yıkan eylemlerine, işe yaramaz kafalarımızı taşıyan omuzlarımızı silkerek bakacağız ve daha düne kadar yan yana geldiğimiz tuzu kuruların “düzen, sükunet” çığlıklarıyla faşizme kaymalarına göz yumacağız; ya da açlığın pençesindeki 18 milyonun, yoksulluk çeperindeki 50 milyonun birleşerek önünde durulmaz bir güç oluşturmalarını sağlayabilecek tek şiarı, “Devrimci Halk İktidarı Ve Geçici Devrimci Hükümeti” şiarını her yerde haykıracağız!
Umut Çakır