Hem tekelci basında hem devrimci yayınlarda geçtiğimiz sene boyunca benzer başlıklar öne çıkmıştı: “Açlık ve Toplumsal Patlama Tehlikesi”. İlk başlık, milyonların ortak çığlığı oldu. İkinci başlık için halen beklenmekte. Neden?
Cevap sanıldığı gibi dinci faşist baskılarda değil, başka yerde: Sınıfların karşılıklı ilişkilerinin tam anlamıyla varlık-yokluk mücadelesi çizgisinde seyretmesindedir. Çatışma bir kez bu çizgiye ulaştığında, sınıflar yok olmama güdüsüyle bütünsel bir kurtuluş için sahip olduğu tüm potansiyelin seferber oluşunu bekler; mümkün alan en geniş çeperdeki güçlerin harekete geçmesinden medet umar. Sonuçta kazanmaya yazgılı olan sınıf, varlığının güvencesi adına en derine inmek, en yaygın ölçüye ulaşmak, hasmının bir daha yapıştığı yerden kalkmamasını sağlamak peşindedir. Kısaca devrim, hasmına hiçbir yaşam kaynağı bırakmamak için en derine kök salmaya, enerji ve birikimini en üst düzeye çıkarma eğilimindedir. Aynı koşulları, devrimci yığınları, birikimini boşa harcamama sezgisiyle donatır.
“Devrimin gecikmesi” ifadesinin, bulanık ve oldukça göreceli bir ifade olduğunu akılda tutarak devam edelim. Beklenen sosyal patlamanın gecikmesinin nesnel ve öznel koşullarını, ekonomik ve siyasal koşulların gelişim çizgisinde aramak gerekir. Ve bu arayışta karşımıza hemen başka bir kavram çıkar. Toplumsal çürüme ve çöküş. Çürüme ve çöküşün az çok uzunca bir döneme yayılan iki kaynağı var.
Birincisi son onbeş yılda 2,6 trilyon dolarlık “sıcak para” girişiyle finanse edilen toplumun hücrelerine dek yayılmış bulunan kredi-borç ilişkisi ve ikincisi, uzun iç savaşta borçlu emekçilerin kalabalık bir kısmının burjuvazi ile sürdürdüğü suç ortaklığı.
Geçen sene bu zamanlar neler konuşuluyordu hatırlayalım.
İlk hatırlatma tekelcilerin sözcüsü İstanbul Sanayi Odası’nın Ekim ‘21 tarihli toplantısından. Tekelcileri saran ortak duygu, şu sözlerle ifade buluyordu. “Burada bence büyük bir sosyal patlama gelecek... Benim çalışanım et süt alamayacak, yarın öbür gün bu iş başka yere gidiyor.” Diğer hatırlatmamız, Bilgi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Haluk Levent’e ait sözler: Toplumsal bağları çözecek nitelikte bir yıkım halinden bahsediyorum.” Son olarak Kuştepe-Gültepe’den bir esnaf; “Halkın içindeyiz, direk görebiliyoruz”...
Esnafı, akademisyeni, tekellerin sözcüleri aynı gözlemlerde bulunmuşlardı. Fakat bu yılın son aylarında yayınlanan bir rapordan çok çarpıcı bir başka gerçekle karşılaştık. Bakanlık istatistiklerine bakılırsa 2021 yılı boyunca greve katılan işçi sayısı, sıkı durun sadece 519. Prof.Dr. Aziz Çelik’e göre “tarihi bir rekor!” Bu yaman çelişkiyi salt burjuva sendikacıların alçaklığıyla olmadı, grev yasaklarıyla açıklamaya kalkışmak, işin kolayına kaçmaktır. Hiç kahretmeye gerek yok. Çünkü bu yaman çelişkiyi hazırlayan nedenler, aynı zamanda devrimi en derin köklere sahip olmaya zorlayan nedenlerdir. Yani kredi-borç sarmalıdır.
Çürümeyi mümkün olan en geniş coğrafyaya yayan kredi-borç sarmalı pandemiyle birlikte çığırından çıkmıştı. 2021’in hemen başında Erinç Yeldan dikkat çekiyordu: “Şimdi düşünebiliyor musunuz? Yatırım yok, durgunluk var, dış borçlanma kanalları yavaşlamış, bu tip bir piyasaya 1 trilyon lira para pompalıyoruz.” 2022 sonunda durumun geldiği noktayı İbrahim Kahveci hesaba döküyor: “10 trilyon lira gelire karşılık, 6 trilyon lira kredi. Oran %60. 2002 krizinde bu oran %13’tü.”
Toplam borcun çoğunluğu şirketlere ait, ancak toplamda 140 milyonluk bir sayıya dayanan kredi kartı ve banka kartı, Türkiye’yi tüm Avrupa ülkeleri içinde açık ara birinci duruma taşıyor. Emekçilere ait her biri en az dört ya da beş karta bölünmüş bu borç yığını, onların elini kolunu bağlayan bir etki yaratıyor. Sadece bu topraklarda değil, her yerde. Herkesin tahmin edebildiği açıklamayı borç krizini dünya çapında izlemeye alan Belçikalı akademisyen Eric Taussaint’ın tespitleri burada kalmıyor: “Elbette aynı zamanda, Şili’nin göstermiş olduğu gibi bu, halkı öyle bir duruma getirir ki, belli bir anda artık dayanacak güçleri kalmaz ve bir isyan patlak verebilir.”
İşçileri yaygın grevlerden uzak tutan, yalnızca borç-kredi sarmalı değil. Şu da var: Türkiye’de nüfusa oranla düzenli iş sahibi sayısı olağanüstü düşük. Prof.Dr. Haluk Levent altı ay sonra bir işi olacağını bilenlerin oranını %30 ile %35 arasında hesaplıyor. Peki ya geride kalanlar? Çalışamayan on milyonlarca yetişkin Almanya’da sayısı 3 milyon iken burada 8 milyona çıkan üniversiteliler, okulu bitirip “ev genci” haline gelenler, hepsi ailede çalışan tek kişinin düzenli ücretine ve bu ücrete bağlanmış kredi kartlarına mecbur.
Bu durumdaki bir işçiyi greve ikna etmenin zorluğu ortada. Elbette ki, bu nesnel zorlukları dile getirirken, burjuva sendikacılığın ve oportünizmin günahlarını aklamıyoruz. Hiçbir emekçi, tarihin en acı veren derin krizi yaşanırken kılını kıpırdatmayan sendikacıları, seçimlerde gerici-faşist burjuva muhalefete birinci turda mı, yoksa ikincisinde mi destek vermek gerektiği üzerine tartışmalardan başını kaldıramayan oportünizmi unutmayacak.
Onbeş yılda 2,5 trilyon dolar sıcak parayla yaratılan borç-kredi sarmalı -Prof.Dr.Bilsay Kuruç’tan alıntıyla- “bu tarihi yapay bolluk dünyası borçlanarak, daha önce hayal etmediği binbir şeye kavuşan, kapitalizme razı olan insan tipini şekillendirdi, yerleştirdi.” Yeterince kalabalıktı bu konformist kesim. Öyle ki, devrimci sınıfların öfke dolu hareketlerine moral ve coğrafi sınırlar çekiyor, onu sonuna kadar gitme kararlılığından yoksun bırakıyordu.
Eğer çürüme, borç-kredisine dayanan tek boyutlu bir olgu olsaydı, şimdilerde tam anlamıyla patlama yapan icra dosyalarından görülebileceği üzere, “kapitalizme razı insan” tipinin isyanına çoktan şahit olurduk. Fakat onlar, uzun süredir başka bir şeye daha rıza göstermişlerdi. Uzun iç savaşta, faşizmin katliam ve baskılarını ya konformist bir sessizlik ya da alanlarda bayrak taşıyarak, linçlere katlanarak onaylamışlardı.
Alenen suç ortaklığı yaptılar. Suç dosyaları kabardıkça, sırtlarındaki kambur, ayaklarındaki pranga büyüdü. Ve her suç ortağı gibi devrimde kendi günahlarının hesap gününü gördüler. Burjuvaziye sadece para keseleriyle değil, öd keseleriyle de bağlı kaldılar. Ne zaman açlık midelerine yumruğu çökse, akıllarına devrim geldi. Ama ne zaman devrimi düşünseler, ödleri patladı. Bu karmakarışık, kamburlarla dolu çürük, sallantıda kalabalıklar, toplumun tümünü etkisine alan öfkeyi korkularıyla zehirlediler. Neyse ki, sayıları fazla değil, yapabildikleri tek şey, devrim saflarına meyleden dünkü yoldaşlarının hızını yavaşlatmak, o kadar.
Diyalektik materyalist kavrayışa göre, kapitalist toplumun çürüme düzeyi, daha yüksek bir toplum biçimine geçişin nesnel koşullarının olgunluğuna denk gelir. Çürüme, olgun koşullarına rağmen, kendini gerçekleştiremeyen toplumsal devrimin bir semptomudur.
Toplumsal devrimlerin uzun tarihinden öğreniyoruz ki, bir devrim ya bir öncüsünün ardında sıralanıp gücünü pekiştiren kitlelerin tayin edici yerde tayin edici kuvveti toplamasıyla zafere ulaşır; ya da eğer ortada henüz bir öncü yoksa, gücünü en derine, en ücra köşelere yayarak zaferini güvenceye alır. En derine, en kıyıya-köşeye dek köklerini salmış bir devrim, karşı devrimin en amansız saldırılarına rağmen ayakta kalacak enerjiyi kendinde bulur; her karşı darbe daha yaygın bir mücadele dalgasıyla yanıtlanır. Bugünün sınıf dengeleri, devrimin gidişatının bu yönde olduğuna işaret ediyor.
Umut Çakır