Yıllardan sanırım 96 yılı sonlarına doğru İstanbul'da Petrol İş Sendikası'nın Altunizade'deki Genel Merkezi'nde ilk üyelerinden olduğum BES'in (O zaman adı Tüm Maliye Sen) Genel Kuruluna katılmak için Ankara Delegesi olarak Ankara'dan gelmişiz. Genciz, civa gibiyiz, yerimizde duramıyoruz. Yaş 26-27 kanımız kaynıyor.
89 Bahar Eylemliliklerinin ardından biz kamu emekçilerinin demokratikleşme, sendikalı olma istekleri sonucunda ilk defa (12 Eylül faşist askeri darbesinden sonra) fiili meşru mücadeleyle kurduğumuz sendikalarımıza içinde sınıf mücadelesinin birer neferi olarak (oysa ki, işçi sendikalarında örgütlenmeyi istiyorduk) sınıf savaşımındaki yerimizi almak için harekete geçtik. Ben ve benim gibi bazı devrimciler öyle hissediyoruz. Biz "devrim" derken oportünistler "yer"im diyormuş. Sendikamızın genel kurulunda hararetli tartışmalar yapılıyordu. Kim daha solcu onu bildirilerle ispat etme yarışındaydılar. Kulislerden kulağımıza o zaman ki genel başkanımızın "Kütüğü koysam seçilir" dediğini duyduk. KESK'in neden böyle olduğunu anladınız siz. Bu gün de durum farklı değil, 3 senden, 2 benden, 2 ondan olsun. Değişen bir şey yok.
KESK'e Kim Ne Yaptı?
Sendikal bürokrasi batağındaki anlayışlar: (DSD, EMEP, Yurtseverler) ben bunları üçlü sacayağı diyorum, sendikalarımızı güçlendirmek, emekçileri birleştirmek, emek mücadelesinin içine çekmek gibi bir dertleri yoktu. Onlar yönetimlerde olsunlar, toplantılarda hamasi nutuklar atsınlar, çok konuşsun ama iş yapmasınlar, sadece o rahat koltuklarından kalkmasınlar. "Küçük olsun, benim olsun" mantığıyla hareket eden, emekçilerin sırtından siyasi rant elde etmek için çabalayan unsurlar. Biz devrimciler onlar için kafa ve kol gücünden faydalanılacak ama yönetimlerde olmayacak "Radikal"leriz.
17-18 Haziran 1995 Kızılay ve 4 Mart 1998 Kızılay Eylemlerini, umutlarını, yarınlarını ve gelecek hayallerini tükettiniz. İlk kurulduğumuzdaki fiili, meşru mücadele anlayışından vazgeçtiniz ve 4688 sayılı yasanın kabulüyle zaten çoktan tükenmişliğe bir adım daha attınız. Ancak kongrelerde asker gibi kullandığınız delegelerinizi alanlarda göremedik. Pratik hiçbir faaliyetin içinde olmayan siz "yöneticilerimiz" sendika binalarını tartışma arenalarına çevirmekte beis görmediniz. Sendikayla yeni tanışan emekçileri bitmek tükenmez kısır tartışmalarınızda sendikal mücadeleden uzaklaştırdınız. KESK'li ve bağlı sendikaların yönetimlerini işgal eden sizler, tam bir düzensizlik, disiplinsizlik, laçkalık sergilediniz; kısacası liberalizmin batağından çıkamadınız. Sendika binalarında boy göstermekten, eylem kovalamaktan başka hiç bir faaliyetin içinde yer almadınız, ancak toplantılarda her yana kuş yemler gibi akıl dağıttığınızı sandınız. Emekçiler sizden umudunu kesmiştir. Etrafta çokça arz-ı endam eden bu zatı muhteremler delegelerinin %10'unu bile harekete geçirememiş olmalarına rağmen halen bu anlayışlar sendikalarda çöreklenmeye devam etmektedirler.
Her şeye, tüm ayak oyunlarına, samimiyetsizliğe rağmen, kamu emekçileri olarak sendikal mücadele tarihimize altın harflerle yazdığımız eylemlere katıldık ve tarihe tanıklık ettik. 17-18 Haziran 1995 Kızılay Eylemi bunlardan biridir.
"17 Haziran sabahı erkenden kalktım. Bayram sabahı uyanan bir çocuk gibiydim. Çok heyecanlıydım. İllerden çok sayıda arkadaşım, yoldaşım gelecekti, onlarla buluşacak, hasret giderecektim. Erkenden sendika şubesinin bulunduğu Ulus Rüzgarlı Sokak'taki şubemize gittim. Giderken "memur tavuğu" aldım. (Keşke olsa da yesek.) Görevli arkadaş çayı demlemiş, kahvaltımızı yaptık. Saat 09.00 gibi şubeye gelen arkadaşlarla birlikte pankartlarımızı, dövizlerimizi, flamalarımızı yüklendik. 10 Ekim Gar Katliamı'nın yapıldığı Ankara Gar'ının karşısında bulunan Hipodroma gittik. Gelen her otobüsle heyecanımız katlanarak artıyor. Gelen emekçiler o kadar çok ki, hiç böyle bir kalabalık eylemciyle karşılaşmamıştım. Sonraki gün çıkan gazetelerde "200 bin emekçi Kızılay'ı işgal etti" diye yazdılar. 199.999 + Ben!
"Yaşasın Demokrasi Mücadelemiz"
"Fabrikalar, Tarlalar, Siyasi İktidar Her Şey Emeğin Olacak!", "Üreten Biziz Yöneten De Biz Olacağız!" sloganlarıyla emekçiler Kızılay Meydanı'nı işgal etti. Tabiri caizse "iğne atsan yere düşmez" durumu var. Mahşeri bir kalabalık vardı. Ama pankartlardan hangi şube nerede bulabiliyorduk. Akşam oldu, il dışından gelen bazı arkadaşları eve götürdüm, ihtiyaçlarını gideren tekrar meydana geliyordu. Evde de komşulardaki battaniyeleri topladık alana getirdik. Kimi battaniyelerin altında 7-8 kişi vardı. Heyecanımı anlatamam, yazarken bile hala heyecanlanıyor ve o günleri tekrar yaşıyorum.
200.000 emekçi aynı amaç için başkentin göbeğindeyiz. Dost omuz başlarında yapılan sohbetin tadı bir başka oluyor. Sohbet, muhabbet, tartışmalar derken sabaha doğru birazcık uyuyabildik. Sabahın ilk ışıklarıyla hareketlenmeler arttı. Ankara'nın gecesi zaten soğuk havalar daha tam ısınmamış, üşümüştük. Kalktık halaylar, türküler ısınmak için zıp zıp zıplıyoruz. Öğlene doğruydu yanılmıyorsam o zamanki adı KÇSKK (Kamu Çalışanları Sendikası Konfederasyonlaşma Kurulu) sözcüsü Yıldırım Kaya kürsüden hükümetle (Başbakan Tansu Çiller, Başbakan Yardımcısı Hikmet Çetin) görüşülemediğini, Başbakan'ın görüşmeyi kabul etmediğini, Hikmet Çetin'in konuyu Bakanlar Kurulu'na götüreceğinin sözünü verdiğini ve KÇSKK olarak eylemi bitirme kararı aldıklarını açıkladığı anda kürsüye doğru pet şişe, meşrubat kutuları, pankart sopaları vs. akını başladı. Kürsüdekiler çil yavrusu gibi dağıldılar. Sloganlar, sertleşerek artmaya devam ediyordu. Kitle meclise yürümek istiyor ve "Tansu Amerika'ya", "Yılgınlık yok direniş var" sloganları ve yuhalamalar devam ediyordu. KÇSKK üyeleri kaçıyorlar.
Kitle meydanda öndersiz başıboş beklemeye devam ederken, Murat Okumuş adında Tarım-Sen üyesi bir Ziraat Teknisyeni meydandaki Kızılay Binası inşaatına çıkarak intihar girişiminde bulundu. Arkadaşları ikna ederek indirdiler. Bu eylemin bu şekilde sonuçlandırılması emekçilerin yeni yeni başlayan mücadelesindeki kırılma noktalarından biri ve belki de en önemlisiydi. Artık üçlü sacayağının güvenilmezliği kitleler nezdinde tescillenmiş oldu.
Kamu emekçileri için en önemli eylemlerden birisi de 4 Mart 1998'deki kamu emekçileri tarihine "Şanlı Kızılay Destanı" olarak geçen tazyikli suların, kimyasal gazların ve gaz bombalarının altında (Türkiye'de biber gazı ilk olarak bu eylemde kullanıldı) onurlu bir direniş sergileyen ve "Biz çocuklarımıza onurlu bir gelecek bırakacağız ya siz?" dediğimiz eylemde ilk defe kullanılan biber gazını üzerimizde denediler.
Kızılay'daki büyük gökdelenin (o zamanki tek gökdelendi) önünde oturma eylemi yapıyorduk. Trafiği kesmiştik. Gün boyu oturmaktan yorulmuş, sinirlerimiz gerilmişti. Havanın kararmasına yakın önce TOMA'larla alttan su verdiler. Ankara'da yaşayanlar bilir o meşhur ayazını, unutamazlar. (On yıl yaşadığım, gençliğimin 'en güzel' yıllarını geçirdiğim şehir) Barış Manço'nun şarkısında dediği gibi "Hava ayaz mı ayaz, ellerim ceplerimde / Bir türkü tutturmuşum duyuyorsun değil mi?"
Bizim şarkılarımız bizim marşlarımız, sloganlarımızdı. Hava zaten çok soğuk, bir de TOMA'lardan sıkılan sıvılar donduruyor. Ama ayrılmadık, kol kola kenetlendik. "Faşizme Karşı Omuz Omuza",,"Direne Direne Kazanacağız" sloganları atılıyor.Heyecanlıyız.Ön saflardaki mücadele arkadaşlarımız pankart sopalarıyla kavgaya başladığı anda ortalığı kesif bir koku ve gaz bulutu kapladı. Göz gözü görmüyor. Gazla su karıştı, boğulacak gibiyim. Ben KOAH hastasıyım. Arkadaşlardan birileri beni çekerek alandan çıkartılar. Arka sokaklardan otobüs duraklarına kadar geldik. Durakta annemi kartlı telefonla aradım. Çok meraklanmış, TV'ler eylemi canlı olarak yayınlıyordu. (Aradan 20 yıldan fazla süre geçmiş teknoloji gelişti, artık cep telefonları kullanıyoruz, kullanıyorum. Şimdi bulunduğum Bakırköy Kadın Hapishanesi'nden ailemi yine kartlı telefonla arıyorum). Annem telefonun öbür ucunda ağlıyor ve çabuk eve gel, neredesin sesin neden çıkmıyor, gelmezsen kendimi camdan atacağım" diyor. Anneme "üst kattaki komşuya git, kendini oradan at" dedim. Bizim ev birinci kattaydı.
Konumuza dönelim. Kamu emekçileri tarih yazarken sendikaların koltuklarına yapışan oportünistler, kamu emekçilerinde yeşeren devrimci düşünceyi, sendika binalarına sokmamak için ellerinden geleni yapmaktan geri durmuyorlardı. Örneğin delege seçimlerine katılan devrimcilerin seçilmemesi için çeşitli şaibeler yaratarak gözden düşürme yahut asılsız ihbarlarla ekarte etme yoluna gidiyorlardı. Burjuva politikacılardan geri kalır tarafları yoktu. İşçi ve emekçilerin eğitim okulu olan sendikalardan emekçilerin uzaklaşmasının en önemli etkenlerinden biri de bu politikalar değil midir? Gerçi bu sayede kendi öz örgütlülüklerimizi kendimiz kurma çabasına girdik (Taban İnisiyatifi gibi). İşyeri komitelerinde, konseylerinde örgütlenmeleriyle doğrudan geri alınabilir yöneticilerimizi kendimiz seçerek daha aktif daha tutarlı ve daha sonuç alıcı eylemlere gitmemiz gerektiğini şu yaşadıklarımızdan öğrenmedik mi?
90'lı yılların sonlarına doğru Kızılay Vergi Dairesinde çalışırken işyeri delege seçimleri için aktif bir kaç kadın arkadaşla sendika üyeleriyle konuşuyorduk. Bir üye bana "Sen PKK'li misin?" dedi. "Şimdi bu da nereden çıktı?" dedim. Delege adayı erkeklerden birisinin ismini verince çok şaşırdım. Bir yıla yakın bir zamandır oradaydım beni tanıyor ve politik düşüncemi bilmesine rağmen sırf işyerinden delege seçilmemem için emekçilerin geri olan yanını kaşıyarak, burjuvazinin emekçiler arasında yaratmaya çalıştığı şovenist düşünceyi geliştirmeye çalışıyor. Oysa ki yapılması gereken, işçi ve emekçilerin mücadele birliğini sağlamak, pratik olarak sağlanan birliği, düşünsel olarak, politik bilinçle öne çıkartmak olmalıydı. Şimdi aradan geçen onca yıla, zamana bakıyorum da böylesi şoven bir yaklaşım gösteren kişiler, halkların kardeşliği sloganıyla kırk takla atıyorlar.
Ey hayat sen nelere kadirsin!..
Hatice Çolakoğulları
Eski BES İstanbul 3 Nolu Şube Basın Yayın Sekreteri
Eski Çanakkale Şube Sekreteri
Yeni Tüm Emekli-Sen Üyesi